Ağırlaşan Yaptırım Kararlarının Bölgesel Etkileri

Ağırlaşan Yaptırım Kararlarının Bölgesel Etkileri
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Trump yönetiminin geçtiğimiz Mayıs ayında İran ile 5+1 ülkeleri arasında imzalanan nükleer anlaşmadan tek taraflı biçimde çekilmesi ve eş zamanlı olarak Ağustos ve Kasım aylarında iki aşamalı yaptırım kararları uygulamaya koyacağını açıklaması, İran’ın nükleer faaliyetlerinden kaynaklı gerilimi tekrar uluslararası gündemin üst sıralarına taşıdı. Trump’ın itirazları arasında her ne kadar nükleer anlaşma ile ilgili bazı teknik meseleler yer alsa da daha sonra Dışişleri Bakanı Mike Pompeo tarafından açıklanan “normalleşme şartları” ABD’nin aslında İran’ın bütün bölgesel politikalarıyla ilgili yeniden ve daha kapsamlı bir anlaşmaya gitmek istediğini gösteriyor. Küresel ölçekte de Trump yönetiminin yalnızca Çin ve Rusya gibi rekabet içinde olduğu ülkelerle değil Almanya ve Kanada gibi çok yakın politik ilişkilere sahip olduğu ülkelerle dahi eski anlaşmaları ya da teamülleri iptal edip oyuna yeni kurallar getirmesi Trump’ın “oyun bozanlığının” yalnızca İran nükleer anlaşmasıyla ilgili olmadığını gösteriyor. Dahası birçok gözlemciye göre söz konusu “yeni dönem kuralları” Trump’ın şahsı ile ilgili değil ve ABD bir bütün olarak 21. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam edecek bir küresel düzenle ilgili geç olmadan temel belirleyici olmak istiyor.

Eylemler ve Sonuçları

Trump’ın “emsali görülmemiş” yaptırımlar olarak bahsettiği kısıtlamaların önemli bir kısmı Ağustos ayında devreye girerken petrol ticareti, sigorta işlemleri ya da limanların kullanımı gibi hususları içeren daha sert kısmı ise İran ile önemli ticari ilişkilere sahip üçüncü ülkelerin kendilerini adapte edebilmeleri için Kasım’a bırakılmıştı. Konuyla ilginç bir nokta da ikinci tur yaptırımların uygulanmaya başlayacağı 4 Kasım gününün ABD-İran ilişkileri açısından anlamı. Yaptırımların Tahran’daki ABD Elçiliğinin devrimci göstericiler tarafından ele geçirilmesinden kırk yıl sonrasına denk getirilmesi, bir yönüyle “eylemlerin sonuçları vardır” sözünü hatırlatıyor.

Petrol satışıyla ilgili yaptırımların Kasım ayında yürürlüğe girecek olmasına rağmen Güney Kore, Japonya ve Fransa gibi ülkeler Eylül ayından itibaren İran’dan alımını durdururken, Hindistan ve Türkiye gibi prensipte tek taraflı yaptırımlara karşı ülkelerin dahi petrol alımını önemli ölçüde azalttıkları görülüyor. Yaptırımların şiddetini artırmasıyla birlikte Mayıs ayında günlük 2,5 milyon varil olan İran’ın petrol satışının bir milyon varilin altına inmesine kesin gözüyle bakılıyor. Bu nedenle İran riyali birkaç ay içinde dolar karşısında %65 oranında değer kaybederken daha şimdiden ülkede grevlerin ve kontak kapama eylemlerinin yaygınlaştığı görülüyor.

Trump yönetiminin Obama yönetiminden miras aldığı ve daha da sertleştirerek sürdürdüğü ekonomik yaptırımlar karşısında İran’ın fazlaca bir direnme şansı bulunmuyor. Her ne kadar birçok ülke, siyasi olarak İran’ın pozisyonunu desteklese hatta AB ülkeleri ABD’nin cezalandırma tehditlerini aşabilecek şekilde alternatif ödeme sistemleri kurmaya çalışsalar da bu çabaların İran’ın küresel finans sistemine ulaşmasını sağlaması kolay olmayacaktır. Özellikle ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un “Kasım ayındaki yaptırımlar istediğimiz sonucu vermezse farklı kısıtlamalara başvuracağız” açıklaması Trump yönetiminin İran meselesini uzatmadan sonuçlandırmak istediğini gösteriyor. Dolayısıyla İran, Dışişleri Bakanı Zarif’in de dile getirdiği gibi bütün sert söylemlerine karşın ABD ile ortak bir uzlaşı noktası sağlayabilmek için arka kapı diplomasi kanallarını denemeye devam ederken diğer yandan Ruhani hükûmeti iç muhalefete rağmen parlamentodan FATF gibi mali şeffaflık içeren uluslararası yasaları geçirerek ABD’nin elindeki bahaneleri etkisiz hâle getirmeye çalışıyor.

Yaptırımlar ve Bölgesel Politikalar

Bununla birlikte İran’ı sıkıştırmaya matuf tek araç petrol satışlarının sıfıra inmesini öngören ağır ekonomik yaptırımlar değil. 22 Eylül’de Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı ve petrol rezervleri açısından zengin olan Ahvaz’da askerî geçit törenine yapılan ve iki farklı örgüt tarafından üstlenen saldırı, öncesindeki ayrılıkçı Kürt örgütlerinin Irak sınırı boyunca güvenlik güçleriyle girdiği yoğun çatışmalar ya da Trump yönetimine yakın etkili isimlerin sıklıkla Halkın Mücahitleri Örgütü gibi grupların toplantılarına aktif olarak katılmaları söz konusu kuşatmanın farklı kollardan süreceğine delalet ediyor. Benzer şekilde yurt dışında kurulan muhalif oluşumların ve ülkeye yönelik Farsça yayın yapan uluslararası televizyon kanallarının sayısının giderek artması ya da devrik Şahın oğlu Rıza Pehlevi gibi isimlerin imaj çalışmalarıyla parlatılmaya çalışılması dikkatlerden kaçmıyor. Görülebildiği kadarıyla ABD bir yandan İran’a “rejim değişikliği planımız” yok şeklinde mesajlar verirken diğer yandan sabrının bir sonunun olduğunu ve Tahran’ın ileri sürülen şartların önemli bir bölümünü kabul etmemesi durumunda rejim değişikliği planının da masada olduğunu göstermek istiyor. Nitekim Hasan Ruhani de 13 Ekim’de Tahran Üniversitesinde yaptığı eğitim yılı açılış konuşmasında bu hususa işaret ederek ABD yönetiminin nihai hedefinin ülkede bir rejim değişikliği olduğunu ancak bunu başaramayacağını söyledi.

Bölgesel politikalar açısından ABD’nin bazı bölgesel ortaklarının Trump yönetiminin tavrından cesaret aldıklarını ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Özellikle Suudi Arabistan ve İsrail’in Trump’ın görev süresi içinde İran tehdidini kesin olarak bertaraf etmek istedikleri anlaşılıyor. Zira Trump’ın, eskisini “çok kötü” olarak niteleyerek yenilediği NAFTA anlaşması örneğinde görüldüğü üzere seçimlerde pazarlayabileceği ancak İran’ı bölgesel denklemden tamamen dışlamayacak bir anlaşmaya imza atması ihtimal dâhilinde görülüyor. Dolayısıyla Suud-İsrail-BAE üçgeninin İran ve ABD’yi askerî olarak karşı karşıya getirmek amacıyla provokasyonlarda bulunma ihtimalini göz ardı etmeyen İran yönetimi yüksek perdeden dile getirdiği tehditlere karşın pratikte bölgesel gerginliği artıracak adımlardan kaçınmaya çalışıyor.

Bu sebeple Ahvaz saldırısının ardından yönelttiği tehditlere rağmen henüz Suudi Arabistan ya da BAE’ne karşı herhangi bir eylemde bulunmayan İran, 2016 sonunda Halep’in tahliye edilmesinde gösterdiği tepkinin aksine İdlib üzerindeki Türk-Rus anlaşmasına itirazda bulunmadı ve anlaşmanın dışında kalmasına rağmen alınan kararlara uyacağını açıkladı. İran benzer şekilde özellikle Avrupa ülkeleri ile olan görüşmelerinde üzerindeki yaptırımları hafifletecek ve uluslararası ticaretini sürdürebilecek bir mekanizma oluşturulması durumunda Yemen’deki çatışmaları durdurmaya ve Husiler üzerindeki nüfuzunu kullanmaya hazır olduğu mesajını iletiyor. Yine İran’ın Irak seçimlerinde de Maliki ya da Amiri gibi tamamen kendi kontrolündeki isimler yerine ABD ve Batı ile uyumlu isimler üzerinden hükûmet kurulmasını desteklemesi dikkatlerden kaçmıyor. Dolayısıyla bütün bu adımlar İran’ın kısa vadede bölgesel gerilimleri soğutarak ekonomik krizin ülke içerideki etkileri üzerine yoğunlaşmayı tercih ettiğini gösteriyor.

İran’ın dış baskı sonucuyla da olsa bölgesel gerilimlerde dozu düşürme ve komşularıyla iyi geçinme isteği Türk-İran ilişkilerine de olumlu olarak yansıyacaktır. Özellikle Irak ve Suriye konusunda ihtilafların azalması, Türkiye’nin yaptırımların ağırlaştığı dönemde İran için oynayabileceği ekonomik rol, Türkiye’nin ısrarla iyi ilişkileri sürdürmeye çalıştığı ancak Katar ablukasının ardından yeni ve daha büyük bir skandala imza atan Suudi Arabistan’ın giderek öngörülemez bir aktöre dönüşmesi neticesinde bu bölgesel güçle işbirliğini sürdürmenin daha maliyetli olmaya başlaması geleneksel olarak belli bir aralıkta seyreden Türk-İran ilişkilerinde nispi iyileşmeyi beraberinde getirecektir.

Kötü Senaryolar

Bununla birlikte 4 Kasım’dan sonra başlayacak ikinci aşama yaptırımların bölgesel politikalara muhtemel etkileri yalnızca olumlu senaryolardan oluşmuyor. Eğer ABD ve İran arasındaki örtülü görüşmeler bir sonuç vermez ve siyasi çözümden uzaklaşılırsa veya Avrupa ülkelerinin önümüzdeki günlerde açıklamaları beklenen yeni finansal mekanizma İran’ın beklentilerini karşılamazsa bölgesel gerilim giderek artabilir. Bu durumda yukarıda da değinildiği üzere Trump’ın İran stratejisinin bölgesel ayağını oluşturan ülkeler İran’ı provoke edecek daha farklı adımlar atabilirler. İran ile yaşanacak gerilim doğrudan ABD kaynaklı da olabilir. Mesela Irak’ta ABD’nin bazı Haşd-i Şabi gruplarına karşı düzenlemesi beklenen ancak hükûmet kurma çalışmaları nedeniyle ertelendiği belirtilen askerî operasyonlar başlayabilir.

Yine bu ülkede İran’ın füze depolamaya başladığını ileri süren İsrail, Suriye’de olduğu gibi Irak içinde de İran’a bağlı güçlere operasyon düzenleyebilir. Bu durum Irak üzerinde 2005-2007 arasındakine benzer sert ve kanlı çatışmaların yaşanmasına neden olabilir. Böyle bir durumda İran ve paydaşları Suriye’de son zamanlarda iyice sorunsallaştırmaya başladıkları Fırat’ın doğusundaki ABD güçlerine karşı somut adımlar atmaya başlayabilir. Ambargoların ülke ekonomisini felç etmesi, bölgesel rakiplerinin eylemlerinin dozunun artması ve iç muhalefetin sokakları hareketlendirmesi gibi etkenlerin sonucunda İran’ın siyasi bir çözümden ümidini kesmesi ABD-İran gerginliğinin son 40 yılın en üst seviyesine çıkmasına neden olur ki bu durum bütün bölge gibi Türkiye açısından da ciddi sonuçlara yol açacaktır.


Bu yazının tamamı Kriter dergisinin Kasım 2018 sayısında yayımlanmıştır.