BAE’nin İsrail ile Normalleşme Kararının Anlamı

BAE’nin İsrail ile Normalleşme Kararının Anlamı
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Donald Trump’ın 13 Ağustos Perşembe günü bir Twitter mesajı ile duyurduğu haber, küresel salgının yıkıcı etkilerine rağmen 2020 yılında uluslararası önemli gelişmelerin hız kesmeden devam ettiğini gösterdi. Trump tarafından açıklanan anlaşmaya göre son yıllarda bölgesel politikalarda ön plana çıkan ve nüfus, coğrafya, tarih ve askerî kapasite gibi güç parametrelerinin eksikliğini sahip olduğu mali güçle kapatarak geleneksel oyunculardan rol kapmaya çalışan BAE resmen İsrail’i tanıyacak, İsrail ilhak planlarını askıya alacak ve iki ülke çeşitli konularda iş birliklerini geliştirecekler. Olayın Trump tarafından duyurulması ABD iç politikası ile ilgilidir ve kasım ayındaki seçimlere giderken rakibi Joe Biden’ın gerisinde olan ve dış politika konusunda başarı hikâyesine ihtiyaç duyan Trump’ın bu konuyu önümüzdeki haftalarda sıklıkla gündeme getirmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

İsrail ve BAE arasındaki ilişkilerin ve bölgesel politikalardaki paralel tutumların özellikle Arap Baharı olarak adlandırılan halk hareketlerinden sonra iyice arttığı görülüyordu ve uluslararası basında iki ülke liderlerinin karşılıklı gizli ziyaretler düzenlediklerine dair haberler yer alıyordu. İslam coğrafyasında geniş halk kitlelerinin mevcut otoriter yönetimlere karşı olmaları yine istisnalar dışında, 1948 yılından beri izlediği yayılmacı ve baskıcı politikalarından ötürü İsrail karşıtlığının 1,5 milyarlık toplumun kolektif vicdanını derinden yaralaması iki ülkeyi yaklaştıran temel etkenler arasındadır. Nitekim Arap ve İslam dünyasının en önemli aktörlerinden birisi olan Mısır Arap Cumhuriyeti’nde düzenlenen ilk demokratik seçimlerde işbaşına gelen kesimlerin İsrail’e karşı çevreler olması yine bu gruba mensup kişilerin daha Arap Baharı’nın ilk aşamasında monarşi rejimine tehdit telakki edilerek BAE’de tutuklanmaları iki ülkenin ortak tehdit tanımlamasına yardımcı oldu.

Libya’da ABD Büyükelçisi’nin öldürülmesi, Suriye Devrimi’nin barışçıl rotasından çıkarılarak radikal terör örgütlerinin ön plana çıkarılması başta ABD olmak üzere belirleyici aktörlerin İslam dünyasındaki demokrasi taleplerini öteleyerek meseleyi asayiş olaylarına indirgemelerinde önemli rol oynadı. Mesela Mısır’daki demokratik süreci kanlı bir darbe ile durduran Cunta Lideri, Rabia Katliamı’ndan yalnızca iki hafta sonra AB yetkilileri tarafından ziyaret edildi ve darbeye zımni bir meşruiyet sağlanmış oldu. On yıllardır özellikle “üçüncü dünya ülkelerine” yönelik olarak liberal demokrasi vurgusunda bulunan Batılı çevrelerin söylem değişikliğine gitmeleri kolay olmadı ve bu dönemde “demokrasi ve insan hakları” söyleminin yerini “istikrar ve terörle mücadele” kavramları aldı.
Bölgesel demokratik talep dalgasının bastırılmasında İsrail ve BAE gibi ülkeler ön plana çıktı. Demokrasi karşıtı grup ve kesimlere söylemsel ve mali destek sağlandı, basın yoluyla tüm serbest seçim yanlısı gruplar “politik İslam” yaftasının arkasına sığınarak hedef hâline getirildi. Türkiye ve İran’ın bu grupların sponsoru olduğu yönünde yayınlar yapılarak iki ülkenin Arap ülkelerinin iç işlerine karıştığı ve “İslamcı” grupları desteklediği öne sürüldü. Oysa BAE ve Suudi Arabistan gibi monarşilerde İslamcıların dışında milliyetçi ya da solcu herhangi bir parti ya da teşkilatın da güçlenmesine izin verilmemesi, İslamcılık suçlamasının yalnızca bir paravan olduğunu ve küresel destek bulmaya matuf olduğunu ispatlamaktadır.

Bugün itibarıyla çok geniş bir coğrafyada “politik İslamcılık”la ya da “İslamcı terör”le mücadele kavramlarının arkasına gizlenen küresel bir stratejinin uygulandığına şüphe yoktur. Obama’nın İkinci Dönemi’nden itibaren vazgeçtiği “ılımlı İslam’ı destekleme” politikasından her türlü İslami motifli hareketle mücadele aşamasına geçilmiş durumdadır. Bu pozisyon yalnızca “liberal” Batı değil, Çin ve Hindistan gibi 21. yüzyılın yükselen Doğulu güçleri tarafından da paylaşılmaktadır. Dolayısıyla Tel Aviv-Abu Dabi ekseninin demokrasi karşıtı hareketlerinin farklı çevrelerden küresel destek görmesi şaşırtıcı değildir. Buna karşın söz konusu düşmanlaştırıcı ve kutuplaştırıcı söylem ile Filistin Meselesi’nin İsrail lehine güvenlikleştirilmesi siyasetine en önemli tepkilerin İslam dünyasında demokrasi tecrübesinin güçlü olduğu Türkiye, Malezya ya da Pakistan gibi ülkelerden gelmesi şaşırtıcı değildir. Yine önemli bir ayrıntı olarak Arap dünyasındaki cumhuriyetçi yapıların Körfez’deki monarşilerin sorumsuz politikalarından rahatsız oldukları ancak farklı nedenlerden dolayı pek öne çıkmadıklarının altı çizilmelidir. Bu noktada Tunus’taki Raşid el-Gannuşi liderliğindeki Nahda Hareketinin sorumlu ve uzlaşmacı tavrı İslam dünyasında ve özellikle Kuzey Afrika’daki muhafazakâr demokrasi karşıtı söylemlerin etkisizleştirilmesinde oldukça önemli bir rol oynamaktadır.

Son olayın pratikteki önemi, başka bir ifade ile İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’in “B Takımı” olarak bahsettiği Bin Selman, Bin Zayid ve Netanyahu için ne kadar zafer ne kadar gösteri olduğu hususu tartışmalıdır. İsrail’in somut kazanımı Trump’ın ilk seçildiğinde büyük propagandalarla gündeme getirilen “Yüzyılın Anlaşması”ndan, bütün Batı Şeria’yı ilhaka oradan bölgedeki birkaç devletçiğin tanınmasına gerilemiş durumdadır. Üstelik İsrail ilhak planlarını geçici de olsa askıya almaktadır. BAE’ye katılması muhtemel ülkeleri “Arap ittifakı” olarak adlandırmak da sorunludur zira Cezayir’den Irak’a önemli Arap ülkelerinin İsrail yayılmacılığı konusunda tutumları nettir. Yine Mısır her ne kadar “politik İslam” konusunda bu eksenle aynı düşünse de İsrail’in yayılmacılığı ya da Yemen’in kuşatılması gibi konularda Körfez’deki şeyhliklerle aynı noktada değildir.

Son olarak Türkiye’nin BAE’ye olan tepkisi İsrail’i resmî olarak tanımasına değildir. Türkiye kendisi İsrail’i tanıdığı gibi İsrail ile yakın ilişkileri olan bazı Müslüman ülkelerle de en üst seviyede stratejik ilişkilere sahiptir. Bu noktada ısrarla gözden kaçırılmaya çalışılan husus bu şer ekseninin bölgeyi istikrarsızlaştırmaya yönelik faaliyetleri, Yunanistan’dan Lübnan’a, Karabağ’dan Keşmir’e kadar tüm bölgede işgalcilere destek sağlamaları ve bunu “İslamcılıkla mücadele” kisvesi altında gizlemeye çalışmalarıdır. Yine de yakın gelecekte göreceğimiz siyasi manzara Arap dünyasının ciddi devlet geleneğine sahip cumhuriyetleri ile İslam dünyasının nüfusunun yaklaşık %80’ini oluşturan Arap olmayan ülkelerin başta Filistin Meselesi olmak üzere İslam dünyasının temel meselelerinde daha fazla öne çıkmaya başlayacaklarıdır. Bu durumun geleneksel olarak Arap monarşilerin kontrolündeki çok uluslu organizasyonlara yansıması da şaşırtıcı olmayacaktır.


Bu makale ilk olarak 19.8.2020 tarihinde TRT Farsça'da yayımlanmıştır.

https://www.trt.net.tr/persian/brnmh-h/2020/08/19/thlyly-br-twfq-mrt-mthdh-rby-w-sry-yl-1475802