Dağlık Karabağ Gölgesinde Türk Dış Politikasını Anlamlandırma Çabaları

Dağlık Karabağ Gölgesinde Türk Dış Politikasını Anlamlandırma Çabaları
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Son yıllarda Türk dış politikasının tüm dünyada ilgi çektiği bilinen bir gerçek.  Özellikle Ak Parti iktidarıyla birlikte ilk on yıl boyunca takip edilen “komşularla sıfır sorun” yaklaşımı da Arap Baharı’ndan sonra genişçe bir bölgenin içine girdiği çatışmacı ve kaotik ortamdaki iddialı politikalar da çok sayıdaki ülke ve odak tarafından yakından takip ediliyor. İlk on yıldaki politikalar genellikle olumlu karşılanırken ikinci dönemdeki uygulamalar “yayılmacı, İslamcı, İhvancı” vs. olarak nitelendiriliyor ve bunun büyük oranda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kişisel karakterinden ve dünya görüşünden kaynaklandığı ileri sürülüyor. ABD’deki İsrail lobisine yakın araştırma merkezilerinden Suudi sermayeli basın-yayın organlarına, oradan Tahran’daki muhafazakâr medyaya kadar her gün birçok mahfilde bu tür analizlere rastlamak mümkün.

Söz konusu yayınların kaynağı ile ilgili sorulara kestirmeden cevap verecek olursak meselenin temelde bir propaganda savaşı olduğunu söylemek zorundayız. Özellikle “Mavi Marmara” olayından sonra meydana gelen Türk-İsrail ilişkilerindeki kırılma, bu söylemlerin etkin çevrelerde dillendirilmesinin başlangıcı oldu. Yine ABD onaylı 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türk devlet aklının farklı bileşenleri ile aldığı stratejik kararlar, uluslararası kampanyanın sonlanmadığı gibi hız kazanmasına ve değişik çevreler tarafından kullanışlı zannedilerek tekrarlanmasına neden oldu. Nitekim darbe girişimi sonrasında yaşanan iç ve dış gelişmeler, Ankara’nın son yüzyıldaki en önemli kararlardan birini aldığını ve bu doğrultuda ödenmesi muhtemel bedellerin göze alındığını gösteriyor. Devlet yapısındaki değişikliklere ilişkin adımlar, kilit öneme sahip bürokraside yaşanan değişiklikler, yeni kurulan stratejik teşkilatlar ve sert askerî gücün gerektiği her yerde gerektiği kadar kullanılması söz konusu stratejik kararların yansıması olarak göze çarpıyor.

Türkiye’nin; kanlı darbe girişiminden sonra yaşadığı temizlenme sürecinin meydana getirdiği tüm zaaflara rağmen Suriye’de DEAŞ ve YPG başta olmak üzere farklı terör örgütlerine karşı yaptığı başarılı askerî operasyonlar, şubat ayı sonunda düzenlenen Bahar Kalkanı Harekâtı esnasında örgütlerin arkasındaki devletleri de hedef alması, Irak’ta terör örgütü ile irtibat kurmasında önemli rol oynayan irtibat elemanlarının rütbesine bakılmadan hedef alınması ülkenin millî güvenliğini ilgilendiren ve bekasına karşı adım atan güçlere karşı bir niyet bildirgesi niteliği taşıyor. Çökmüş ya da başarısız devletlerle çevrili Türkiye, birçok başkentten istediği iş birliğini göremeyeceğinin farkında ve tabiri caizse kendi göbeğini kendisi kesiyor.

Yunanistan, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler Türkiye’nin söz konusu kararlılığının belli ülkelerle sınırlı olmadığını gösteriyor. Fransa-Almanya liderliğindeki AB’nin, Yunanistan’ı öne sürerek Türkiye’yi dizginleyebileceğini ya da taleplerini en düşük düzeyde tutmasına yol açacağını düşündüğü anlaşılıyor. Bu nedenle diplomasi tarihinde alışık olmadığımız tarzda açıklamalar hatta tartışmalar artık basın önünde bile gerçekleşebiliyor. Türkiye, karşısındaki ittifakların gücünü hafife almadan ve tarihî ilişkilere sahip olduğu Avrupa’nın geneli ile kurduğu yapıcı ilişkilere zarar vermeden yeniden tanımladığı ulusal çıkarlarını koruma hususunda ne denli ciddi olduğunu geçtiğimiz aylarda yaşanan olaylarla gösterdi. Başta Berlin olmak üzere yaşlı kıtanın asli karar vericilerinin Türkiye’nin yeni pozisyonunu doğru değerlendirmemesi hâlinde bunun AB’ye verebileceği zarar, İngiltere’nin AB’den çıkmasından veya özellikle Ukrayna ve Baltıklar üzerinden sürekli olarak artış gösteren Rus yayılmacılığından daha az olmayabilir. Yakın dönemde kalıcı istikrara kavuşması beklenmeyen kaotik bir dünyada Ankara’nın vereceği kararlar, Avrupa’nın güney ve güney doğu sınırlarının kaderini doğrudan etkileyecektir. Aslında Avrupa’nın da bu durumun farkında olduğu özellikle Kahire ile geliştirmek istediği ilişkilerden ve kanlı darbenin hemen ardından Sisi’ye destek için üst düzey temsilcilerini Mısır’a göndermesinden anlaşılabiliyor. Ancak Mısır’daki yönetimin Arap Baharı’na ve 25 Ocak Devrimi’ne neden olan hiçbir yapısal sorununu çözememiş olması ve verilen tüm maddi desteğe ve yapılan silah yardımına rağmen bizatihi kendisi de meşruiyet sorunu yaşayan yönetimin kısa süre içinde on yılların yol açtığı yapısal kırılganlıkları onaramayacak olması, Mısır’ın bazılarının beklediği rolü oynamasını güçleştirecektir.

Son yıllarda yaşanan gelişmeler mütemerkiz karar alıcı yapısının da etkisiyle Moskova’nın, Ankara’nın yeni pozisyonuna daha çabuk uyum sağladığını düşündürüyor. Bu nedenle en zor çatışma koşullarında olsa dahi iki ülke arasındaki iletişim kanalları son derece işlevsel şekilde çalışıyor ve Libya’dan Suriye’ye, Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e kadar olan bölgede iki güç birbirlerinin yaşamsal çıkarlarına doğrudan müdahale etmeden tatlı sert rekabet olarak nitelendirilebilecek bir etkileşim içinde. Son Dağlık Karabağ çatışmalarının gösterdiği üzere Türkiye ve Rusya arasındaki yakın ilişki mekanizmaları yeni bir çeşit Astana formatının örneğin İran ya da ilgili diğer ülkelerin katılımı ile çözüme yönelik üçlü pratik iş birliği mekanizmalarının ortaya çıkmasına yol açabilir. Bu durum yakın bir gelecekte Kafkaslar, Orta Asya ya da farklı bölgelerde görülebilir. Zira ABD’nin dış politikadaki öncelik sıralamasının değişmesi, Fransa’nın otuz yıl öncesine oranla zayıf bir pozisyonda bulunması Minsk Grubu gibi mekanizmaların eski dünyanın ürünü olduğunu ve işlevsel olmadığını ispatlıyor.

Son olarak Dağlık Karabağ’daki işgale yönelik başlatılan karşı taarruz, başlangıçta ifade edilen ve neden anlamsız olduğunu kısaca açıklamaya çalıştığım propaganda savaşının nasıl boşa düştüğünün son örneğini oluşturuyor. On yıldır Türkiye aleyhine her platformda dile getirilen iddiaların tarihsel ve kültürel olarak Osmanlı, hilafet ya da İslamcılıkla hiçbir ilişkisi olmayan ve İslam dünyasının gördüğü en seküler yönetimlerden birisine sahip olan Azerbaycan konusunda da tekrarlanması, Türkiye karşıtı çevrelerin krize retorik açısından hazırlıksız yakalandığını gösteriyor. Çatışmaların da gösterdiği üzere iyi eğitimli ve sofistike donanımlı 100 bin kişilik Azerbaycan ordusunun 300 kişilik Suriyeli savaşçıdan yardım istemesinin absürtlüğü ortada iken farklı çevrelerin bu iddiaları tekrarlaması anlamsız kaçıyor. Yine de işgalin kısa süre içinde sonlanmaması ve Ermenistan’ın çabaladığı üzere çatışmaların önce iki ülkeye sonra da Kuzey Kafkasya başta olmak üzere farklı bölgelere yayılması, Suriye örneğinde görüldüğü gibi bölgeyi farklı örgütlerin çekim merkezi hâline getirebilir. Nitekim son günlerde PKK ve uzantılarının Ağrı’da ve İran’ın sınır bölgelerinde saldırılarını artırması bununla ilgilidir. Rusya’nın Dağlık Karabağ ile ilgili olarak sürekli vurguladığı “Azerbaycan toprakları” ifadesi ve İran’ın yetersiz de olsa işgalin bir an önce sonlandırılması çağrılarında bulunmaya başlaması, krizin bölgesel nitelik kazanmadan önce bitirilmesi ihtimalini güçlendiriyor. Bölgesel güçler ya yeni ve adil bir bölgesel düzeni kendileri oluşturacaklar ya da fasit daire içinde zaten son derece kısıtlı olan kaynaklarını israf etmeye devam edecekler.


Bu makale ilk olarak 15.10.2020 tarihinde TRT Farsça'da yayımlanmıştır.

https://www.trt.net.tr/persian/brnmh-h/2020/10/15/hmyt-trkhyh-z-adhrbyjn-chh-tthyry-br-jng-tblygty-agz-shdh-lyh-ynkhshwr-gdhsht-1509226