ABD-İran Gerilimi: Bir Çatışma Stratejisi

ABD-İran Gerilimi: Bir Çatışma Stratejisi
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

ABD Başkanı Donald Trump’ın 8 Mayıs 2018’de JCPOA (Kapsamlı Ortak Eylem Planı) olarak bilinen Nükleer Anlaşma’dan ABD’yi tek taraflı olarak çekmesiyle başlayan, Körfez’de yaşanan saldırılarla tırmanan ve 2 Ocak 2020’de Kasım Süleymani suikastı ile zirveye taşınan ABD-İran gerilimi, 11 Mart Çarşamba ve 14 Mart Cumartesi günü Irak’taki Taji Kampı’na düzenlenen saldırılarla farklı bir evreye girmiş gibi görünüyor. Bağdat’ın kuzeyindeki Taji Kampı’na çarşamba günü gerçekleştirilen ilk saldırıda iki Amerikalı ve bir İngiliz hayatını kaybederken 14 kişi de yaralandı. Bu saldırılarda Trump yönetiminin kırmızı çizgisi olan can kaybı durumu yaşansa da ABD güçleri sadece misilleme olarak Bağdat, Kerbela, Selahaddin, Anbar ve Vasit’te bulunan İran destekli Iraklı milis grupları hedef aldı.

Trump yönetiminin, maksimum baskı politikasının sonuçlarının görülmeye başlandığı bir dönemde İran’la sıcak bir çatışma istemediği aşikârdır. Ayrıca 2020 ABD Başkanlık Seçimleri'nin de yaklaştığı düşünülecek olursa bunun etkileri olumsuz olacaktır. Elbette tek neden bunlar değildir. CENTCOM Komutanı McKenzie, “İran'ı ve vekillerini ABD ve koalisyon güçlerini ya da müttefiklerimizi tehlikeye atacak herhangi bir eyleme girişmemeleri konusunda uyarıyorum. ABD’nin her tehdide cevap verme esnekliği, kabiliyeti ve iradesi vardır.” demiş olsa da bu yaşananlar vesilesiyle Washington yönetiminin İran’la tansiyonu yeniden yükseltmek istemediği görülmektedir. Ancak İran destekli grupların saldırılarına devam etmesi, ABD’nin caydırıcılığının zayıfladığı ve kırmızı çizgilerinin anlamsızlaştığı şeklinde yorumları da beraberinde getirmektedir. Böyle bir durumda Washington yönetiminin olası saldırıları engellemek için yakın zamanda çok sert cevaplar vermesi beklenebilir. Aksi takdirde durum İran tarafını daha da cesaretlendireceği için daha büyük saldırılar gelebilir.

Durum böyleyken ABD’li yetkililer, Amerikan askerlerinin önümüzdeki birkaç hafta içerisinde Irak’taki üç askerî üssü Irak Ordusu’na devrederek merkezî üslere çekileceklerini açıkladı. Ayrıca bu karar ABD’nin Irak’a yeni füze savunma sistemleri kurma kararı ile birlikte geldi. ABD böylece ülke içine dağılmayan daha az sayıdaki karargâhta askerlerinin güvenliklerini sağlamayı amaçlıyor. ABD’nin Irak’taki askerî varlığının azaltılması ise beklenmiyor. Washington yönetiminin bu tedbirleri, mevcut saldırıları önlemek için olabileceği gibi ileride yapılacak operasyonlar sonrası yeni saldırıları engellemek amacını da taşıyor olabilir. Fakat kısa vadede ABD’nin İran’a karşı defansif bir politika takip ettiğini söylemek mümkündür.

İran Trump’lı Yıllara Hazırlanıyor

21 Şubat’ta gerçekleşen parlamento seçimlerinin de gösterdiği gibi Tahran yönetimi, Trump’ın ikinci dönemine hazırlanıyor ve iç politikayı bu dış politik atmosfere göre dizayn etmeye çalışıyor. Bu seçimlerde meclisin %79’unu Muhafazakârlar oluştururken “Reformcu-Muhafazakâr” rekabetine dayanan İran politik hayatı, görünen o ki yeni dönemde Muhafazakârların kendi aralarındaki tona ve yaklaşımlarına göre şekillenecek ve “Muhafazakârlar-Radikaller” ayrışmasına sahne olacak. Dolayısıyla İran’da 2021 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'ni de Muhafazakâr bir adayın kazanması muhtemeldir. Zira tüm uluslararası ilişkileri, ABD ile ilişkilerine endeksli bir ülke olan İran’ın iç politikası da ne yazık ki bundan büyük oranda etkilenmektedir. Sadık Zibakelam’ın dediği gibi İran’ın en büyük sorunu ABD karşıtlığına dayalı dış politikasıdır ve bu sorunu halletmeden diğer sorunları çözmesi mümkün değildir. Bunun için de ABD ile bir şekilde müzakere masasına oturması gerekmektedir. Başka seçeneği yok gibi görünen İran aksine tansiyonu artırarak ABD’yi savaş gibi ortak bir riske maruz bırakarak korkutmaya ve geri adım attırmaya çalışmaktadır.

Thomas C. Schelling’in The Strategy of Conflict isimli kitabında kullandığı “brinkmanship” (s. 16, 199) tam da bu noktada İran’ın takip ettiği çatışma stratejisine uygundur. Bir uluslararası ilişkiler terimi olarak brinkmanship diplomacy (uçurum diplomasisi) rakibi sürekli artan bir tehdit algısıyla karşı karşıya bırakarak istekleriniz doğrultusunda tavizler vermesini sağlamak veya geri adım attırmak amacını taşır. Brinkmanshipte rakibi, elinizdeki en ölümcül kozun varlığıyla sınayarak bir sonraki adımın felaket olacağı fikri içinde tutmak amaçlanır. Böylece rakip taraf felakete ilk yol açan olmamak için geri adım atmak zorunda kalır. Bu strateji son derece risklidir ve her an geri dönüşü olmayan bir tehlikeyi göze almayı gerektirir. Bu stratejinin iki belirleyici unsuru vardır. Birincisi belirsizliktir: Rakip taraf, ortaya konulan tehdidin boyutlarının büyüklüğü karşısında sonrasında yaşanacakların belirsizliğiyle zayıf konuma düşer. İkincisi riskin kontrol edilmezliğidir: Burada karşı tarafa, meydana gelebileceklerle ilgili inandırıcı risk unsurları sunmak, başka bir ifadeyle ortaya konulan tehdidi hissettirmek gerekir. Brinkmanship yaklaşımının etkili olabilmesi için ileri sürülen yahut görünür kılınan tehdidin de o ölçüde büyük olması gerekmektedir. Ancak işler çığırından çıkarak tümüyle bir felaketin doğması da muhtemeldir. İran’ın bu stratejisinde ABD’ye karşı kullandığı tehdit; topyekûn bir savaş hâlidir. ABD-İran kontrollü gerginliğinde Süleymani suikastı sonrası yaşananlarda olduğu gibi sürecin kontrolden çıkma riski vardır.

ABD’nin İran’a karşı askerî müdahale seçeneğini devreye sokması hâlinde İran bu duruma imkânları el verdiğince karşılık vermeye çalışacak olsa da iki ülke arasındaki askerî kapasite ve teknolojik uçurum dikkate alındığında İran’ın konvansiyonel olarak kazanamayacağı bu savaşın sonucu yıkım olacaktır. Ancak ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin hemen ardından 2003-2005 yıllarında Mehdi Ordusu’na bağlı Şii milis grupların ABD Ordusu’na verdiği ağır kayıplar hatırlanacak olursa İran’ın vekil güçleri aracılığıyla bölgedeki etkinliği ve caydırıcılığı devam etmekte ve herhangi bir savaş durumunda ABD’ye ödeteceği bedel de büyük olacaktır. Böyle bir durumda İran, Körfez'deki ABD güçlerine karşı balistik füzelerin kullanılacağı yoğun saldırılar başlatabileceği gibi kendisine bağlı vekil gruplar ile ABD askerine ve üslerine karşı misilleme faaliyetlerinde de bulunabilir. Ayrıca Hürmüz Boğazı'ndan petrol akışını keserek dünya petrol piyasalarını da sarsabilir.

Bu senaryo ne ABD’nin ne de İran’ın istediği bir sonuçtur. Her iki taraf da müzakere masasına güçlü olarak oturmak ve karşı tarafı zayıflatmak istemektedir. Her iki taraf da bir savaş olasılığında kaybedeceklerinin farkındadır. Hatırlanacağı üzere 11 Eylül Saldırıları sonrası ABD’nin operasyonları ile doğusunda ve batısındaki düşmanlarından (Taliban ve Saddam) kurtulan İran ancak ABD’nin bölgeye yerleşmesinden ve iki yönlü (Afganistan ve Irak) kuşatılmışlık durumundan rahatsız olduğu için güvelik kaygılarıyla nükleer programına hız vermiştir. 2011 yılında Irak’tan çekilen ABD, şimdi de 2001 yılında işgal ettiği Afganistan’dan çekilmeye hazırlanmaktadır. Bu yönde Taliban ile yapılan anlaşma 29 Şubat’ta Doha’da imzalandı. Amerikan askerlerini Afganistan’dan çekmek Trump yönetimin dış politika öncelikleri arasındadır. Trump Dönemi İran açısından Obama Dönemi’ndeki kadar güvenli bir ortam sunmuyorsa da Bush Dönemi kadar da kötü değildir.

Ekonomik yıkımın eşiğinde olan ve koronavirüs salgınıyla baş etmeye çalışan Tahran yönetiminin Irak’ta yeni dengelerin kurulmaya çalışıldığı bir dönemde Ulusal Güvenlik Yüksek Kurulu Genel Sekreteri Ali Şemhani’yi Bağdat’a göndermesi ve ardından gelen saldırılar İran’ın üst düzeyde risk almaya devam edeceğini, kararlılıkla gözünü karartmışlık arasındaki ince çizgiyi geçtiğini göstermektedir. Bu manada Kasım 2020 Başkanlık Seçimlerine kadar İran, elinin rahat olduğunu düşünüyor olabilir fakat sonrasında kurulacak müzakere masasında bu yapılanlar unutulmayacaktır. Musaddık Darbesi’nden sonra Süleymani suikastı, nasıl İran kolektif hafızasına kazınmışsa Trump’ın olası bir saldırıda “52 hedef” göndermesi de ABD kolektif hafızasının kuvvetli olduğunun göstergesidir. Yapılanları unutmayan sadece İran değildir.