Irak İzlenimleri Eşliğinde Referandum Sonrası İhtimallere Dair

Irak İzlenimleri Eşliğinde Referandum Sonrası İhtimallere Dair
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

Mesut Barzani liderliğindeki Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi 25 Eylül’de başta komşu ülkeler gelmek üzere uluslararası toplumun itiraz ve çekincelerini dikkate almayarak bağımsızlık referandumunu gerçekleştirdi. Doğal olarak referandum ülke içinde olduğu gibi komşu ülkelerde ve uluslararası toplumda da ses getirdi ve çeşitli tepkilere neden oldu. Referandum Türkiye’de de hararetli bir şekilde tartışılıyor ve hemen her konuda görüldüğü gibi kamplaşmaya yol açmış durumda. Taraflar haklılıklarını ortaya koymak için farklı siyasi, hukuki, tarihi argümanlar öne sürüyorlar.

Öncelikle Irak Kürtlerinin bağımsızlık serüveninin yüzyıla yakın bir tarihi olduğu göz önüne alınacak olursa Irak içinde ve dışında referandum yanlısı kesimlerin Şii merkezî hükümet ve İran karşıtı argümanlarının ve son anlaşmazlıkları öne sürerek referandumu meşrulaştırmaya çalışmalarının en azından konuya aşina olanlar için ikna edici olmadığı not edilmelidir. Irak’taki Sünni krallık ya da cumhuriyet rejimleri de Kürtleri bu davalarından alıkoyamamıştır. Zaten Erbil temaslarımız esnasında “Eğer Bağdat’ta Sünni bir yönetim olsa bağımsızlıktan vazgeçer misiniz?” sorusuna olumlu bir cevap alamamamız da bu hususu teyit eder niteliktedir.

Öte yandan Türkiye gibi son kırk yıldır etnik-bölücü terör örgütüyle mücadele eden ve kanlı bir çatışmaya sahne olmuş ülkede komşu bir ülkenin parçalanmasının bu kadar geniş kesimler tarafından savunulabilmesi kişisel naifliğin de ötesinde, ülkenin geldiği demokratik seviyeyi gösteriyor. Sui misal, misal olmaz ancak bölünme konusunda Türkiye ile benzer hassasiyetlere sahip İran’daki Kürt bölgelerinde referandumu kutlayan onlarca insanın göz altına alınması Türkiye toplumunun ve devlet aygıtının olgunluğunu gösteriyor. Türkiye’deki kimi tartışmalarda tarafların meseleden sanki başka bir kıtada gerçekleşiyormuş gibi bahsetmesi dikkate şayandır.

Türkiye’de siyasi karar alıcılar her ne kadar PKK’nın son yıllardaki etkili operasyonlar sonucunda ülke içindeki eylemleri önemli ölçüde azalmış olsa da özellikle dış desteğin seviyesi dikkate alındığında her an nasıl bir hayati tehdit oluşturabileceğinin gayet farkındadırlar. Bu sebepten dolayı ‘diğer komşu ülkeler özellikle de İran Kürdistan’ın bağımsızlığını tanıyacaksa biz de tanıyalım’ düşüncesinde değiller. Yakın tarihin gösterdiği üzere Tahran özellikle 1975 Cezayir anlaşmasına kadar olan dönemde ya da seksenli yıllarda ayrılıkçı unsurları desteklediğinde bile Ankara Bağdat’ın toprak bütünlüğünü öncelemeye devam etmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin tavrının komşu ülkelerle bir ilgisinin olmadığının altı çizilmelidir. İran ve Irak gibi ülkelerin Türkiye ile aynı pozisyonda olması yalnızca Ankara’nın elini güçlendirir, başkaca bir önemi yoktur. Ulusal güvenliği ilgilendiren meselelerde kim nasıl tavır alıyor sorusu ikincil derece kalmaktadır ve ‘duygusal meseleler’ ikinci plana itilmelidir.

Neden Referandum, Neden Şimdi?

Referandum ile ilgili temel sorulardan bir tanesi bölge ülkelerinin ve büyük güçlerin karşı çıkmasına rağmen Barzani yönetiminin ısrarının arkasında yatan nedendir. İsrail’in referandumu açıkça destekleyen tek ülke olması komplo teorilerine prim vermemizi gerektirmez. Yine de referandum gecesi Hoşyar Zebari’nin evindeki gerçekleştirilen mermuz toplantıda bölgesel yönetimin tüm iyi niyet söylemlerine rağmen bir Türk’ün yer almadığı dikkatlerden kaçmamıştır.

Öncelikle bölge içindeki atmosfere bakıldığında referandum ve bağımsızlık meselesinin gerçekten milli bir meseleye dönüştüğünün altı çizilmelidir. Bu rüzgâr o kadar güçlüdür ki hemen her konuda Barzani yönetimine muhalefet eden Yurtsever Birliği ya da Değişim Hareketi bile ilk tutumlarını değiştirerek referandumu desteklediklerini açıklamak zorunda kalmışlardır. Zamanlama konusundaki eleştirilere verilen cevap ise merkez ve bölge arasında bir savaşın kaçınılmaz olduğu, referandumun yalnızca bir bahane olduğu ve IŞİD tehdidi tamamen bertaraf edilip Irak ordusu iyice güçlenmeden bu çatışmanın yaşanmasının bölgenin lehine olduğu yönündeki inançtır. Nitekim Bağdat’taki görüşmelerimiz esnasında da çatışmanın kaçınılmaz olduğu ve er ya da geç iki bölge arasında büyük çatışma yaşanacağı düşüncesinin merkezî yönetimde de hâkim olduğunu müşahede ettik. Dolayısıyla Barzani referandum hamlesiyle içeride iki yıldır gerçekleştiremediği Başkanlık seçimlerinden dolayı yitirdiği meşruiyeti fazlasıyla geri kazanmış ve milli bir kahramana dönüşmüş durumdadır.

Türkiye’nin Tavrı Muğlak Mıydı?

Irak’ın genelinde Türkiye’nin tavrının beklenmedik bulunduğu hususunun da not edilmesi gerekiyor. Merkezî hükümet yanlısı isimler Ankara’nın yeni politikasından memnuniyetlerini ihtiyatlı bir şekilde dile getirirken Kürdistan bölgesinde ise belirgin bir hayal kırıklığı müşahede ediliyordu. Konuştuğumuz birçok isim Mesut Barzani’nin çeşitli kapalı toplantılarda “herkes karşı çıksa bile Türkiye karşı çıkmayacak, görünürde bazı itirazlarda bulunsalar bile bize zarar verecek hiçbir adım atmayacaktır” dediğini aktardılar. Bu nedenle yakın zamana kadar bölgedeki birçok kişi referandumun aslında Türkiye’nin isteği ve teşvikiyle yapıldığı düşüncesi hakimmiş. Bağdat’taki merkezî hükümet Barzani yönetiminin böyle bir düşünceye kapılmasının nedenini Türkiye’nin tavırlarına bağlıyor. Ankara’nın birçok münasebet dolayısıyla Barzani’ye devlet başkanı muamelesi yapması, merkezi yönetim atlanarak Erbil ile uzun dönemli petrol anlaşmaları imzalanması ya da Türkiye’nin bölgedeki büyük yatırımları hem Bağdat’ta hem de Erbil’de Türkiye’nin bölgenin bağımsızlığına ses çıkarmayacağı düşüncesi oluşturmuş. İşin ilginci bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert sayılabilecek derecede net açıklamalarından sonra bile bazı resmî unvanlı kişilerin taban tabana zıt politikalar önerebilmesidir. Dolayısıyla Türkiye’nin hayati konularına dair temel meselelerle ilgili kararların son ana bırakılması ülke içine ve dışına yönelik diplomatik ve kamuoyu faaliyetleri için yeterli zaman bırakmamaktadır.

Bununla birlikte Barzani’nin Türkiye ile ilgili beklentilerinin açığa düşmesinin temel nedeni kuşkusuz Türkiye’nin belirsiz politikaları değildi. Her ne kadar kendisine fiiliyatta devlet başkanı gibi davranılmış olsa da bizzat Barzani’ye aylar öncesinden Türkiye’nin bu konuda hiçbir şekilde taviz vermeyeceği açıkça belirtilmişti. O halde Barzani’nin ısrarla Türkiye’nin sessiz kalacağı yönündeki düşüncesinin nedeni ne olabilir?

Gerek ikili görüşmelerden gerekse de Erbil’e hâkim atmosferden anlaşıldığı kadarıyla bu noktada temel iki husus bulunmaktadır. Birincisi yukarıda da değinildiği gibi Türkiye’nin bölgeyle geliştirdiği yakın ilişkiler ve bölgenin kalkınmasına yaptığı katkılardır. Hatırlanacağı gibi Erbil, Bağdat ile yaşadığı anlaşmazlık sonrasında çalışanlarının maaşını ödeyemez hale geldiğinde Türkiye bölgeye kredi vermekten çekinmemişti. Diğer yandan yıllık ticaret hacminin 10 milyar dolar civarında olması da bölgede Türkiye’nin bu kadar büyük bir pazardan vazgeçmeyeceği fikrini doğurmuş durumdadır. Kanaatimizce diğer bir neden ise Barzani’nin Türkiye’nin içindeki dengeleri yakından bilmesiyle ilgilidir. Gerek yakın tarihte yaşanan Kobani meselesi gerekse de Başkanlık referandumunun güneydoğudaki Kürt vatandaşlarının da katkısıyla kıl payı geçmesi, AK Parti teşkilat ve tabanında hatırı sayılır bir Kürt ağırlığının bulunması ve bunların birçoğunun bölge ile en azından gönül bağının bulunması Erbil’de Türkiye’nin şiddetli bir tepki vermeyeceği düşüncesini güçlendirmiştir.

Türkiye için zor husus bu hassas dengeyi gözetmektir. Bölgedeki temasların açıkça gösterdiği gibi bölge halkı Türkiye’yi abi gibi görüyor ve ‘illa bir devlet çatısı altında olacaksak bunun Irak değil Türkiye olmasını tercih ederiz’ diyor. Bu yalnızca bölgede sayıları milyonu geçen Türkmen yetkililer ve halk tarafından değil değişik Kürt partileri yetkililerinden de sık duyduğumuz bir ifadeydi. Ancak bu yakınlık duygusu 21. Yüzyıla damgasına vuracak söz konusu stratejik kararın Türkiye’ye rağmen alındığı gerçeğini gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Kuzey Irak’taki referandumdan iki gün önce PYD’nin Kuzey Suriye’de seçime gitmesi, ardından ‘ılımlı’ olarak lanse edilen Salih Müslim’in eşbaşkanlık görevinden alınarak yerine PKK’nın dağ kadrosundan Şahoz Hasan adlı bir militanın getirilmesi meselenin Barzani’nin ‘iyi niyetleri’ ile açıklanamayacak kadar büyük bir girişimin parçası olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. ABD’nin PYD ile geliştirdiği ilişkiler ve bizzat Cumhurbaşkanın tabiriyle ‘bize parasıyla satmadıkları silahları PYD’ye vermesi’ Türkiye’nin haklı olarak Barzani’nin bu hamlesini güvenlik tehdidi olarak nitelendirmesine neden oluyor.

Meselenin önemli ve genellikle gözden kaçan başka bir boyutu daha bulunmaktadır. O da özellikle Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerdeki kırılgan ve gergin ortamdır. Gerek Arapların gerekse de Türkmenlerin bölge üzerindeki hak iddiaları Kerkük etrafında elli bini aşkın Peşmerge ve binlerce Haşd-i Şabi milisi bulunduğu gerçeği düşünüldüğünde ortamın barut fıçısını andırdığı söylenebilir. İki tarafın söylemlerindeki sertlik ve çatışma için en uygun zaman olduğunu açıkça dillendirmeleri, bölgede yeni ve kanlı bir savaş çıkma ihtimalini güçlendiriyor. Türkiye böyle bir durumda İran’ın aksine kolay bir tavır alamayacaktır. Bir yanda bağımsızlık projesinin kendisini de hedef aldığını ve son tahlilde İsrail-ABD projesi olduğunu bilen Ankara, diğer yandan olası bir şiddetli savaşın yalnızca özerk bölgedeki en yakın müttefikinin siyasi hayatına mal olmayacağının farkındadır. Türkiye binlerce insanın hayatını kaybedeceği ve yüz binlercesinin sığınacağı felaket senaryolarına da hazır olmak durumdadır.

Ne Yapmalı?

Bu karmaşık ve hassas ortamda Türkiye referandum karşıtı bölgesel ve uluslararası ortamı değerlendirerek Barzani’nin kararından geri adım atması için her türlü hukuki, siyasal ve ekonomik araçlarını devreye sokmalı, bu süreçte kullandığı dile azami ölçüde dikkat etmelidir. Barzani yönetimi ile diyalog kanalları kapatılmamalı ve bu yanlıştan vazgeçmesi durumunda Türkiye’nin her zamanki koruyucu kollayıcı politikalarına döneceği hatırlatılmalıdır. Barzani’nin şahsından daha önemlisi bölge halkının Türkiye’ye karşı teveccühünün kaybedilmemesi gereğidir. Zira tecrübelerin gösterdiği gibi bölgede güven oluşturmak zor ancak bunun yıkılması son derece kolaydır. PKK’nın yıllardır Türk karşıtlığına getiremediği bölge halkını Türkiye’den soğutmak yalnızca Ankara’nın bölgesel ve bölge dışı rakiplerinin işine gelecektir. Türkiye bu süreçte gerek Bağdat gerekse de Erbil nezdinde yıllardır ihmal edilmiş ve yanlış politikalara kurban edilmiş Irak Türkmenlerinin statüsünün pekiştirilmesi için de girişimde bulunmalıdır. Zira temaslar esnasında en çok dikkat çeken husus Türkiye’nin Kerkük ve Türkmenler konusundaki hassasiyetini bilen iki tarafın bu hususlarda müzakereye son derece açık tutum sergilemeleri olmuştur. Her türlü dış politika konusunda olduğu gibi etnik ve mezhebi aidiyetler üzerinden hamasi, dışlayıcı ve toptancı bir dilden ve yaklaşımdan kaçınılmalı, meselenin lokal değil, Libya’dan Katar’a uzanan, 15 Temmuz darbe girişiminin de içinde olduğu bir operasyon silsilesiyle mürtebit olduğu gözden kaçırılmamalıdır.