İran-AB İlişkilerinde Dejavu

İran-AB İlişkilerinde Dejavu
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz
Kıdemli Uzman Bilgehan Alagöz

Nisan 2021’de İran ve P4+1 ülkeleri arasında başlayan nükleer müzakerelere öncü olan Avrupa devletlerinin, İran ile ilgili yakın zamanda iki büyük sınavı oldu. Bunlardan birisi, Şeytan Ayetleri kitabının yazarı Salman Rüşdi'nin ABD'nin New York eyaletindeki bir konferansta Hadi Matar isimli Lübnan asıllı biri tarafından 12 Ağustos 2022’de bıçaklanması; diğeri de Mehsa Emini’nin gözaltında olduğu süre zarfında gördüğü iddia edilen şiddet sonrası 16 Eylül 2022’de hayatını kaybetmesi ve akabinde başlayan protestolara yönelik İran’ın uyguladığı şiddet oldu. Her ne kadar Rüşdi olayı ile ilgili İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü yaptığı basın açıklamasında olayın İran’la bir bağlantısı olmadığını söylemiş ve suçlamaları reddetmişse de suçu işleyen Matar’ın, İsrail sınırına yakın Güney Lübnan'da İran destekli Hizbullah'ın kontrolündeki bir şehirden ABD’ye göç etmiş bir ailenin çocuğu olması, olayın İran’la bağlantılı olduğu iddialarını kuvvetlendirmiştir. Emini’nin ölümü ile ilgili olarak ise devlet yetkilileri en başından beri Emini’nin sahip olduğu sağlık sorunlarından ötürü öldüğünü, asla şiddet görmediğini dile getirmiştir.

Demokrasi, insan hakları ve kadın hakları konularında yüksek hassasiyeti olan Avrupa ülkelerinin, İran’ın bu konulardaki ihlallerine sessiz kalması mümkün değildir. Öte yandan büyük emek verip son aşamaya getirdikleri nükleer müzakere sürecini başarılı bir şekilde sonuçlandırma istekleri dikkatli bir tutum takınmalarını gerektirmektedir. Ne var ki bu itidalli süreci devam ettirmek her geçen gün Avrupa ülkeleri için zorlaşmaktadır. Öte yandan, geçmiş dönemlerde İran ile tesis edilmek istenen diplomatik girişimlerin “Rüşdi Fetvası” ve “Mikonos suikastı” ile kesintiye uğraması; ancak yine de Avrupa’nın İran’la ilişkileri koparmamaya odaklanması gerçeğinden hareketle şu anda da benzer bir sürecin yaşanıp yaşanmadığı sorusu akıllara gelmektedir. Bu noktada, İran-Avrupa ilişkileri açısından önemli yeri olan bu iki olaya değinmek ve sonrasında şu anki süreçle olan benzerliklerini ve farklılıklarını belirtmek doğru olacaktır.

Rüşdi Meselesi

Hint kökenli İngiliz yazar Rüşdi tarafından yazılan Şeytan Ayetleri isimli kitap, sıradan bir yayın olmakla kalmayıp İran ve Avrupa arasında hayati bir meseleye dönüşen bir konudur. Kitabın Eylül 1988’de Birleşik Krallık’ta yayımlanmasıyla birlikte ilk olarak Hindistan’da yaşayan Müslümanlar kitabın yayımlanmasına karşı bir kampanya başlatmış; bunun üzerine Hindistan İçişleri Bakanlığı 5 Ekim 1988’de kitabın yayımlanmasını yasaklamıştır.

İran’ın sürece dâhil olması ise 12 Şubat 1989’da Pakistan’ın başkenti İslamabad’da gerçekleşen gösterilerin akabinde gelişmiştir. Humeyni, 14 Şubat 1989’da doğrudan Rüşdi’yi hedef alan bir fetva yayımlamış; kitabın yazarı Rüşdi ve yayınevi sahibinin öldürülmesini her bir Müslüman için İslami bir vazife olarak ilan etmiştir. 15 Hordad Vakfı da Rüşdi’nin katlini gerçekleştirecek kişiye 1 milyon $ ödül vermeyi taahhüt etmiştir. Böylelikle Avrupalı bir devlet vatandaşının öldürülmesi emri, konuyu İran ve Avrupa arasındaki bir mesele hâline getirmiştir.

Söz konusu krizin gerçekleşme zamanı oldukça önemlidir. Bu dönemde, başta Birleşik Krallık olmak üzere Avrupa ülkeleri, İran ile Devrim’den bu yana oluşan gerilimi normalleştirmek yönünde istekli olmuşlardır. Aralık 1988’de Britanya’nın diplomatik misyon yetkilileri Tahran’a dönmüş, benzer şekilde diğer Avrupa ülkeleri de İran’la yeniden ilişkileri başlatmıştır. Bu sebeple dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher bir hafta boyunca sessizliğini korusa da sonrasında tüm diplomatik misyon yetkililerini geri çekmek zorunda kalmış ve İran’la olan ilişkilerin kesilmesi kararını almıştır. Arkasından 20 Şubat 1989’da gerçekleşen Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda, Tahran’daki tüm AET mensubu devletlerin misyon şeflerinin geri çekilmesi kararı alınmış ve ilişkiler en alt seviyeye indirilmiştir. 

Mikonos Suikastı

Humeyni’nin ölümü sonrası cumhurbaşkanı seçilen Ekber Haşimi Rafsancani’nin dönemi, Avrupa’nın İran ile ilişkiler için yeniden umutlandığı dönem olmuştur. Zira Rafsancani, Rüşdi’ye ilişkin fetvanın İslami bir mesele olduğu ve bunun diğer ülkelerle ilişkileri belirleyen bir unsur olmadığı şeklinde bir açıklamada bulunarak ılımlı bir atmosfer yaratmıştır. Buna istinaden 27 Eylül 1990’da Birleşik Krallık, İran ile ilişkileri gözden geçirme kararı almış ve aynı şekilde Ekim 1990’da gerçekleşen AET Zirvesi’nde İran ile daha yakın ilişkide bulunma kararı alınmıştır.

İran ve Avrupa ülkeleri arasındaki olumlu havayı bozan hadise ise 17 Eylül 1992’de Berlin’de bulunan Mikonos isimli bir Yunan lokantasında dört üst düzey Kürt kökenli İranlı ayrılıkçı liderin öldürülmesi olmuştur. Alman kamuoyunun hassasiyetine rağmen Almanya, İran’a karşı itidalli bir tavır takınmıştır. Zira o dönem Almanya, İran ile önemli ticari ilişkiler başlatmış; Siemens, Mannesmann, Krupp, Daimler-Benz gibi önde gelen Alman firmalarının İran’da önemli yatırım girişimleri olmuştur.

Tüm bunlar ekseninde AET üyesi devletler, Aralık 1992’de gerçekleşen Edinburgh Zirvesi’nde, İran’la “eleştirel diyalog” adını verdikleri süreci başlatmak yoluyla ilişkileri yeniden kurma kararı almışlardır. AET ile İran ilişkileri açısından yeni bir dönemi işaret eden eleştirel diyaloğun temel amacı, İran’ı uluslararası sistemden dışlamak yerine, önemli bir bölgesel güç olduğu gerçeğinden hareketle ikna ve güven yoluyla sisteme tekrar kazandırmaktı.

Bugünkü Durum

12 Ağustos 2022’de Rüşdi’nin ABD’de saldırıya uğraması, tarihin bir nevi tekerrürü olarak yorumlanabilir. Zira söz konusu olay, tıpkı yukarıda bahsi geçen iki hadisede de olduğu gibi Avrupa Birliği’nin (AB) İran’la yoğun bir diplomasi içinde olduğu döneme denk gelmiş; ABD ve İran arasında 16 ay süren dolaylı müzakereler sonrası, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in 8 Ağustos’ta nihai taslak metni taraflara ulaştırmasından sadece dört gün sonra gerçekleşmiştir. Bu sebeple Avrupa ülkeleri neredeyse bu olayı görmezden gelmiş, Borrell yalnızca Twitter üzerinden şu mesajı paylaşmıştır: “Temel hak ve özgürlükleri ihlal eden bu tür suç eylemlerinin uluslararası olarak reddedilmesi, daha iyi ve daha barışçıl bir dünyaya giden tek yoldur." Böylelikle İran’a yönelik bir ifade kullanmamak suretiyle AB’nin asıl odağının İran ve ABD arasında gidip gelen taslak metin ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı-İran arasındaki nükleer tesislerin denetimi ve soruşturması süreci olduğunu göstermiştir.

Emini’nin şüpheli ölümü ve sonrasında başlayan sokak eylemlerine dönük İran’ın sert tutumu, AB’nin sessiz kalmasını zorlaştırmıştır. Bu bağlamda 25 Eylül’de AB Yüksek Komiserliği, İran’daki hadiselerle ilgili bir açıklamada bulunmuştur. İranlı yetkilileri, İran'ın taraf olduğu Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’de yer alan ilkelere kati surette uymaya davet etmiş; protestocular üzerindeki şiddetli baskıyı derhâl durdurmasını ve internet erişiminin yanı sıra ücretsiz bilgi akışını sağlamasını beklediklerini ifade etmiştir. Aksi hâlde AB, Emini'nin öldürülmesi ve İran güvenlik güçlerinin müteakip gösterilere tepki verme şeklini ele almak için bir sonraki dışişleri bakanları toplantısı öncesinde elindeki tüm seçenekleri değerlendirmeye devam edeceğinin altını çizmiştir.

İran’ın ilerleyen haftalarda sert tavrına devam etmesine istinaden, 3 Ekim’de Alman medyasına sızan bilgiye göre Almanya, Fransa, Danimarka, İspanya, İtalya ve Çek Cumhuriyeti; kadın haklarına yönelik ihlalleri durdurmak adına İran'a karşı yeni AB yaptırımları için önerilerde bulunmuştur. Buna göre önerilen yaptırımlar, ülke çapındaki protestolara yönelik kısıtlamalardan başlıca sorumlu 16 kişi, kurum ve kuruluşu hedef almaktadır. Bu açıklama dikkat çekici olmuştur zira İran'a en son 2021'de insan hakları yaptırımları uygulayan ancak 2013'ten bu yana bu listeye hiçbir İranlı ismi eklemeyen AB’nin bu kez yetkililerin şahsına yaptırım uygulamayı düşündüğünü ifade etmesi, Emini hadisesi sonrası gelişmelerin görmezden gelinmeyeceğini göstermiştir. Devamında Avrupa Parlamentosu da 6 Ekim’de İran'ı kadın hakları protestocularına yönelik baskılardan dolayı kınamıştır. AB’nin 17 Ekim’de gerçekleşecek bakanlar toplantısında, İran’a karşı yaptırım kararını hayata geçirmesi beklenmektedir.

Peki tüm bunlar geçmişteki Rüşdi fetvası ve Mikonos suikastı da göz önünde bulundurulduğunda ne ifade etmektedir? 90’larda İran’ın diplomasi yoluyla uluslararası sisteme entegre edilmesine önem veren Avrupa, İran’la yaşanılan tüm sıkıntılara rağmen diyaloğu koparmamaya odaklanmıştı. Şimdi de benzer bir durumun olduğunu söylemek mümkündür. Her şeyden önce özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte AB jeopolitik açıdan sıkışmış durumdadır. Bunun ilk yansıması enerji ihtiyacı ve mülteci sorunu ile kendini göstermiştir. Dolayısıyla hâlihazırda büyük bir kriz olan İran ve uluslararası toplum arasındaki kopukluk, Nükleer Anlaşma’nın yeniden canlanmaması ile daha da büyüyecek ve İran, nükleer eşik statüsünü ileriye taşıyacaktır. Bu yönde derinleşen ve büyüyen bir kriz ise dünya barışı ve Avrupa’nın istikrarı için daha ciddi bir sorun teşkil edecektir. Bu sebeple AB’nin önceliği, Nükleer Anlaşma’nın yeniden hayata geçmesini sağlamaktır.

Bununla beraber İran’ın; artan petrol fiyatlarından ekonomik yaptırımlara rağmen yararlanması, Rusya ve Çin’le kurduğu stratejik ilişkiler sayesinde maruz kaldığı ekonomik sorunların etkisini hafifletmesi, Nükleer Anlaşma’ya dönme ihtiyacını azaltmaktadır. Bu da AB’nin, insan hakları ve kadın hakları konusundaki ihlalleri karşısında İran’a sesini yükseltme ihtiyacını artırmaktadır. Zira AB, yeni yaptırımlar kozunu kullanarak İran’ı şu an için sahip olduğu konfor alanında zorlamayı ve böylelikle her koşulda Nükleer Anlaşma’ya odaklanmaya teşvik etmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla tıpkı 90’larda olduğu gibi insan hakları ve demokrasi ihlalleri karşısında AB’nin, sesini yükseltmeye devam edeceğini ancak bunun orantılı olacağını; bu yolla İran’ı diplomasiye ve de nihai olarak Nükleer Anlaşma’ya yönlendirmeyi hedeflediğini söylemek mümkündür.