İran Kaşıkçı Cinayetini Nasıl Değerlendiriyor?

İran Kaşıkçı Cinayetini Nasıl Değerlendiriyor?
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

İran-Suudi Arabistan ilişkilerine dair yapılan yorumların çoğunda, eline ilk fırsat geçen tarafın diğerine büyük bir yıkım yaşatacağı fikri öne çıkarılır. İki ülke arasındaki ideolojik zıtlıklar ve çatışan stratejik hesaplar da bu tür yorumların temelini oluşturur. Bu yaklaşıma göre Suudiler, İran’ın Arap Yarımadası’nda ve Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde yaşayan Şii unsurları istismar ve tahrik ederek hegemonyasını genişletmeye çalıştığını düşünürken İranlılar, Suudilerin ABD ve İsrail’i, ülkelerine saldırma konusunda müteaddit defalar ikna etmeye çalıştığı kanaatindedir. Bu görüşte olanlar devamla, ABD’de İran’daki rejime karşıtlığıyla bilinen D. Trump’ın iktidara gelmesinin ardından Suudilerin İran’ın daha fazla köşeye sıkıştırılması için sarf ettiği gayretlere işaret ederler. Nitekim İran da daha önce DEAŞ terörüyle mücadelenin yoğun olduğu 2014-2017 yılları arasında bu terör örgütünün ideolojisiyle Selefi-Vahhabi ideoloji arasında doğrudan bağlantı kurarak Suudi Arabistan’ı terör devleti olmakla suçlamıştır. İki ülke arasında süregiden gerginlikten dolayı Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğunda öldürülmesinin ardından vereceği tepki merak konusu olan ülkelerden biri de İran olmuştur.   

“İslam Dünyasının İki Kanadı” mı?

Öncelikle iki ülke ilişkilerinin yapısına dair belirli ölçüde açıklayıcı olan yukarıdaki bakış açısının bazı açılardan da fazla kolaycı olduğunu belirtmek gerekir. Türbülanslı 1980’lerin ardından Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani döneminde iki ülke tekrar diplomatik ilişkiler kurmuş ve 1991 yılında karşılıklı büyükelçi atamaları yapmıştır. İran’ın Riyad Büyükelçisi olarak atanan ve Rafsancani’nin yakın ekibinden olan Muhammed Ali Hadi, İran ve Suudi Arabistan’ı “İslam dünyasının iki kanadı” olarak tavsif etmişti. Her ne kadar Rafsancani’nin açılım uğraşı sonraki süreçte canlılığını yitirse de Hadi’nin ifadeleri, İran’ın Suudi Arabistan’a bakışındaki girift içeriği gözler önüne sermektedir. Bu bakış açısında Şii İran ve Sünni Suudi Arabistan’ın bölgenin devlet yapısını şeriata dayandıran iki başat ülke olmasının belirleyici olduğu aşikardır. Bu vasıflarıyla her iki rejimin de neredeyse kuruluşlarından itibaren “doğal” nüfuz alanlarını bu doğrultuda tanımladığı da ortadadır. Bu durumun reel politikaya yansımaları ise bu derece net değildir. Her ne kadar Suudiler, İran’ın zayıflatılmasının her halükârda kendi menfaatlerine olacağını öngörse de aksi bir durum İran için birkaç açıdan risk barındırmaktadır. İlk olarak “bütünüyle” İsrail ve ABD kontrolüne girmiş bir Arabistan, İran için hâlihazırda olduğundan daha önemsiz bir tehdit olmayacaktır. İkinci ve daha önemli husus ise zayıflamış bir Suudi Arabistan’ın yerinin hangi güç tarafından doldurulacağıdır ve kuşkusuz bu noktada Türkiye-İran ilişkilerini dikkate almak gerekir. Arap baharı sürecinde Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun kendi aleyhine genişlemesinden endişelenen İran, sürecin Mısır ve Suriye’de, Türkiye’nin beklentisi dışında şekillenmesiyle kısmen rahatlamıştır ve bu endişeyle farklı alanlarda yeniden karşılaşmak istememektedir. Türkiye’nin Kaşıkçı krizini dikkat çekici bir hassasiyetle yürütmesi ve bunu yaparken bir yandan Batı ile geliştirilen ilişkilere zarar vermekten diğer taraftan ise Suudilerin bu olayı örtbas etmesine zemin hazırlamaktan kaçınması İranlılar için kritik bir mesaj içermektedir. İran’ın olaya ilişkin açıklama yapmakta gecikmesini bu meyanda değerlendirmek gerekmektedir.

İran cenahından olaya ilişkin ilk üst düzey resmî açıklama cinayetten iki hafta sonra Yargı Başkanı Sadık Laricani’den gelmiştir. Hadisenin Suudi Arabistan’ın “terör üreten niteliğini” gözler önüne serdiğini savunan Laricani, bu cinayete tepki gösteren Batılı devletlerin benzerleri Yemen’de yaşanan cinayetlere ise sessiz kaldığını ileri sürmüştür. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin cinayet ve sonrasında ortaya çıkan tartışmalarla ilgili açıklaması ise olaydan üç hafta sonra 24 Ekim’deki Bakanlar Kurulunun ardından gelmiştir. Suudi rejimini bir “kabile topluluğu” olarak tanımlayan Ruhani, Türkiye’den de “feci bir cinayet” olarak nitelediği olayın bütün boyutlarıyla ortaya çıkarılması için tarafsız ve esaslı bir araştırma yapmasını talep etmiştir. Ruhani’nin ifadelerinin en dikkat çekici boyutu ise Suudilerin Amerika’nın desteği olmaksızın böyle bir cinayete cüret edemeyeceğini savunması olmuştur. Laricani gibi Ruhani de olayı, Yemen’deki krize bağlamış ve “Nasıl oluyor da Yemen gibi büyük bir millet yıllardır bombardımanlara maruz kalıyor ve dünya bu duruma ses çıkarmıyor? Eğer Amerika arka çıkmasa, Yemen halkı da böyle vahşi bir bombardımana duçar olur muydu?” ifadelerini kullanmıştır. Ruhani ile aynı gün sosyal medya hesabından açıklama yapan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ise ABD’nin bizzat Hazine Bakanı’nın Arabistan’da olduğu bir zamanda kendilerine “İran karşıtı” Taliban’ı destekleme gerekçesiyle yaptırım uygulayarak dikkatleri Suudilerin İstanbul Konsolosluğu ve Yemen’de sergilediği “vahşetten” uzaklaştırmak istediğini savunmuştur. Peki, İran’ın olay karşısındaki tutumu ve dikkatle seçildiği anlaşılan söylemi nasıl anlaşılmalıdır?

Ruhani’nin Zor Zamanları

Artan ve Kasım başı itibariyle daha da sertleşecek olan ABD yaptırımları karşısında özellikle ekonomi yönetiminde zor zamanlar yaşan İran Cumhurbaşkanı, kabinesi etrafındaki tartışmalar nedeniyle de sıkıntıya girmiş durumdadır. Ruhani’nin hâlihazırdaki en önemli gündem maddesi ise ABD’nin petrol ihracatı üzerinden yönelttiği tehditlerdir. Son olarak Çin’in de İran’dan petrol ithalatını azaltacağını açıklaması durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır. Dışişleri Bakanı Zarif, ülkesinin petrol ve diğer alanlardaki ticari ilişkilerini sürdürebilmesi için Avrupa ülkeleri başta gelmek üzere çeşitli taraflarla diplomatik temaslarda bulunmaktadır. Elbette dış politikanın bütünüyle hükûmetin kontrolünde bulunmadığı İran’da, Kaşıkçı olayına verilen geç tepkinin tek nedeni Cumhurbaşkanının öncelik listesi değildir. Bu noktada birkaç faktör ön plana çıkmaktadır. Öncelikle ilk etapta İran, cinayetin Türkiye ile Suudi Arabistan arasında daha net bir kriz görüntüsünde seyredeceğini öngörmüştü. İran basınında bu durumun Suudi Arabistan’la ilişkilerin seyrini değiştirmek için kullanılabileceği yönünde yorumlar da yapılmıştır. Ne var ki gerek taraflardan gerekse de diğer ülkelerden iş birliği yapılacağı yönünde gelen daha mutedil açıklamalar, şu an için olayın bu seyirde ilerlemesinin önüne geçmiştir. Diğer yandan Yemen ve Suriye krizleri dâhil bölgesel gelişmeler konusunda eli giderek zayıflayan İran, Suriye krizinin çözümü doğrultusunda son dönemlerde daha etkin bir rol oynayan Türkiye’nin bu olaydan belirgin bir fayda sağlama olasılığına da temkinle yaklaşmaktadır. Nitekim ülke basınında yer alan bazı yorumlarda  krizin devam etmesinin Türkiye’nin menfaatine olduğu ve Türkiye’nin bu kriz üzerinden Suudi Arabistan’ın Arap ve İslam dünyasındaki nüfuzunu azaltmaya ve kendi liderliğini sağlamlaştırmaya gayret ettiği yönünde değerlendirmeler yapılmıştır. Dolayısıyla İran açısından kritik konu, Suudi Arabistan’ın her ne pahasına olursa olsun zayıflatılması değil böyle bir durumun ardından oluşacak dengedir. İran’ın olaya verdiği tepkiye ilişkin işaret edilmesi gereken üçüncü husus ise Rusya ve Çin’in tutumudur. ABD basınında, Trump yönetiminin Kaşıkçı cinayetinde okların çevrildiği Muhammed b. Selman üzerinden Suudi Arabistan’ı sıkıştırmasının bu ülkeyi, silah tedariki gibi stratejik bazı konularda “Doğu’ya” iteceği uyarıları yapılmış ve Rusya ile Çin’in Kaşıkçı krizine görece pasif tepki vermesinin de bu olasılığı güçlendirdiği iddia edilmiştir. Kral Selman’ın da Ekim 2017’de Moskova’ya, tarihe en üst düzeydeki ilk ziyaret olarak kaydolan ziyareti gerçekleştirmesi ve Rusya Devlet Başkanı Putin’in Muhammed b. Selman’ı Haziran 2018’de kabul etmesi bu değerlendirmelere temel teşkil etmiştir. Dolayısıyla krizin Suudilerle ABD’nin arasını açması İran açısından birincil, Türkiye-Suudi Arabistan hattında bir meseleye dönüşmesi ise ikincil derecede önem arz eden stratejik hesaplardır.

İran’ın içinde bulunduğu durum çok bilinmeyenli bir denkleme benzemektedir. İran bir yandan yaklaşan yaptırımların ekonomideki baskısını hissederken diğer yandan bunun sosyal sonuçlarından endişe duymaktadır. Bunlara İran’ın Yemen ve Suriye krizlerindeki konumu da eklenmelidir. Bu süreçte Türkiye’nin desteğini almakla bu ülkeyi dengelemek arasındaki çizgi İran açısından hassas bir konu olacaktır. Kaşıçı olayında tavrın bu hassasiyet içinde sergilendiği görülmektedir. Benzer bir durum İran-Suudi Arabistan ilişkileri için de geçerlidir. Dolayısıyla Kaşıkçı cinayeti, İran gündemini uzun süreli meşgul etmeyecektir. Bunun yerine İran, Suudi Arabistan gibi sorunlar yaşadığı ülkelerle hatta bizatihi ABD ile gerilimi düşürmenin yollarını arayacaktır.