İran-Suudi Arabistan Gerilimi ve Bulanık Kavramlar

İran-Suudi Arabistan Gerilimi ve Bulanık Kavramlar
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

2016 Eylül ayı başında İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif New York Times gazetesi için yazdığı bir köşe yazısında Vehhabileri ‘21. Yüzyılın aydınlık vizyonu olarak satmaya çalıştıkları Karanlık Çağlardan kalma fanatizimleri’ dolayısıyla eleştirdi. Zarif yazısının devamında “sözüm ona İran tehdidini önlemek için Saddam Hüseyin’in Irak’taki hâkimiyet günlerinden kalma bölgesel statükoyu” diriltmeye çalıştıkları gerekçesiyle Riyad’daki prensleri hedef aldı ve şu ihtarda bulundu: “Ortada bir sorun var. Sn. Hüseyin öleli çok oldu ve geçen günler geri getirilemez.” İran Dışişleri Bakanı Zarif’in Suudilerce son derece sevimsiz bulunan bu yazısına cevap birkaç gün sonra Wall Setreet Journal’da yayınlanan bir yazıyla Suudi mevkidaşı Adil el-Cübeyir tarafından verildi. Bakan Cübeyir 1979 yılından bu yana “terörün önde gelen sponsorlarından” olduğunu iddia ettiği İran’ın “Kudüs Ordusu ve Devrim Muhafızları Birlikleri terör faaliyetlerini destekleyip, yürütürken ve teröristleri eğitirken aşırılığa karşı mücadeleden” bahsedemeyeceğini yazdı. İki hükümet arasındaki bu yüksek gerilimin ve sert söylemlerin bölge ve dünya için taşıdığı potansiyel sonuçlar bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Bu yazı, söz konusu gerilimin ve son zamanlarda bazı üst düzey İranlıların açıklamalarında sıkça görülen anti-Selefi ve anti-Vehhabi söylemin spesifik bir boyutuna değinecektir: Bulanık kavramlar!

Bakan Zarif, yazısında belli ki İran içindeki ve dışındaki Sünnileri rahatsız etmemek için Sünnilikle Vehhabilik arasında net bir ayrım yapmaya özen göstermiştir. Dahası, İran’ın Devrim Rehberi Ali Hamenei de, Şiilerin Hz. Ali’nin imamlığa tayin edildiği gün olarak kabul ettikleri Gadir-i Hum Bayramı vesilesiyle 20 Eylül günü yaptığı konuşmada benzer mesajlar vermiştir. Sünnilerin saygı gösterdiği şahsiyetlere hakaret etmenin haram olduğunu ifade eden Hamenei ‘Şiilik adı altında diğer İslam kollarından insanları provoke etmek esasen İngiliz Şiiliğidir’ uyarısında bulundu. Fakat her ne kadar bu tarz açıklamalar kıymetli olsa da Şiiler arasında anti-Sünni söylemler sürdüğü gibi İran-Suudi gerginliği ve İran’ın bölgedeki etkinliğini artırmak için IŞİD terörünü siyaset ve söylem aracı olarak kullanması zaman zaman mezhepçi ton taşımaktadır. Ancak burada karşımızda yeni bir mezhepçilik tipi durmakta: McCarthyci mezhepçilik!

Amerikalı Cumhuriyetçi senatör Joseph McCarthy 1940’ların sonu ve 1950’li yıllar boyunca başını çektiği komünist cadı avını sürdürürken komünistleri ‘kart taşıyanlar’ (card-carrying communists) ve ‘o yolun yolcusu olanlar’ (fellow travellers) diye ayırmıştı. McCarthy bunlardan birincisiyle bilfiil Komünist Parti üyesi olanları, ikincisiyle ise üye olmayıp bu ideolojiye sempati duyanları kastediyordu. Benzer şekilde, bazı üst düzey İranlı yetkililer de tekfirci, cihatçı ya da Vehhabi gibi kavramların sihirli gücüyle büyülenmişe benziyorlar. Bu kavramlar yer yer öyle sorumsuzca kullanılıyor ki hangisiyle ne kastedildiğini anlamak güçleşiyor. Aslında bu kavramların çoğu zaman birçok şeyi aynı anda söylemek için şemsiye kavramlar olarak kullanıldığını görüyoruz. Konuya ilişkin yapılmış dikkat çekici bir çalışma olan ‘Aşırı Güruhlara Dair Kısa bir Rapor: Günümüz Selefiliğini Anlamak’ başlıklı metin buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Çalışmada çatışmacı, Deobendci,[1] ılımlı ve tekfirci olmak üzere Selefiliğin dört kolu olduğundan bahsediliyor. El-Kaide, eş-Şebab ve IŞİD gibi örgütlerin birinci gruba girdiğini ve bu kolun Selefiliğin yüzde seksenini oluşturduğunu öne süren rapor, bu tip Selefilikte amacın silahlı mücadeleyle gücü ele geçirmek olduğunu kaydediyor. Raporda Taliban, Tebliğ Cemaati, Cündullah ve bunların Hint Alt Kıtasında ve İran’ın güney doğusundaki benzerlerinin ikinci tip Selefilik sınıfına girdiği iddia ediliyor. Bu Selefiliğin amacının ise İslam’ın zahiri yönünü aşırı derecede öne çıkarmak ve doğru İslam’ı temsil etme iddiasını gütmek olduğu da raporda belirtilen hususlar arasındadır. Raporda üçüncü tip Selefilik olan ılımlıların kurucularından birisinin Hasan el-Benna olduğu öne sürülüyor ve bu akımın Türkiye’den Tunus’a, Yemen’den Katar’a kadar geniş bir havzada hakim olduğu iddia ediliyor. ‘Kalkınma ve Adalet’, ‘Özgürlük ve Adalet’ ve ‘Nur Partisi’ gibi Mısır ve başka ülkelerdeki parti ve gruplar bu kategoriye dâhil ediliyor ve bunların siyasi gücü ele geçirerek etkilerini artırma hedefine yoğunlaştıkları yazılıyor. Diğer Müslümanları kâfirlikle itham ettiği iddia edilen tekfirci Selefiliğin kaynağının ise Suudi Arabistan olduğu ve bu grubun diğer Müslümanların kanını dökmeye cevaz verdiği iddia ediliyor. Rapora göre bu tarz Selefiliğin amacı ise kültürel ve mali yolları kullanarak Vehhabilik propagandası yapmaktır. Selefiliğin farklı kollarını bu şekilde açıklayan çalışma, bunların hepsinin şu müşterekleri paylaştığını öne sürüyor: aşırı İslamclılık, kaba tavırlara dayalı çatışmacılık, olumlu düşünce yoksunluğu ve Suudi Arabistan ile ABD etkisi. Bu tarz bulanık bir Selefilik tanımıyla herkesin kolayca Selefilikle yaftalanabileceği aşikârdır. Diğer bir ifadeyle, bu Selefilik tasnifine bakılırsa herhangi bir kişiyi ‘o yolun yolcusu’ olmakla suçlamak işten bile değildir, el verir ki ‘kart taşıyor’ olmasın!

Diğer yandan, İran bir süredir kendisinin Ortadoğu’da IŞİD’e karşı tavizsiz bir mücadele yürüten tek değilse de en önde gelen ülke olduğu izlenimini vermeye çalışıyor. İran’ın bölgede yürüttüğü çok boyutlu politikaları tamamıyla bu örgütle savaşa dayandırmaya çalıştığını ve konumunu uluslararası camia ve iç kamuoyu nezdinde böyle meşrulaştırmaya çalıştığını söylemek mümkündür. Bu, siyasi retorik olarak anlaşılabilir bir şey ise de olayın başka bir boyutu daha mevcuttur. IŞİD terörü bölgeye yayıldığından beri birkaç ayda bir önemli bir İranlı yetkilinin ağzından ya da İran medyasından Türkiye ile IŞİD’i ilişkilendirmeye yönelik açıklamalar yapılmaktadır. Düzenin Maslahatını Belirleme Konseyi Sekreteri ve eski Devrim Muhafızları komutanı Muhsin Rızai’nin birkaç gün önce Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve Türkiye’yi hedef alan açıklamaları bu çarpık düşüncenin taze bir örneğini sunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam dünyasında akan kanı durdurma ve mezhep çatışmasını önleme çağrısına Rızai Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği yönünde temelsiz iddialarla yanıt verdi. Türkiye’nin IŞİD karşısında açıktan ilan ettiği mücadeleyi ve Türkiye’nin bu örgütün terör faaliyetlerinden gördüğü muazzam zararı değerlendirme dışı bıraksak bile Rızai’nin açıklamalarının kabul edilebilir bir yanı yoktur.

Kuşkusuz İranlıların ülkelerinden bölgede yeni bir çatışmayı ateşlemekten çok daha esaslı beklentileri bulunmaktadır. İranlılar öncelikle kendilerinin ve ailelerinin geleceğini düşünmektedirler. Birçok İranlının 2015 yılında imzalanan Nükleer Anlaşmayı ülkelerini uluslararası izolasyonsan kurtaracağı ümidiyle nasıl selamladığı düşünülürse, yeni ve bölgesel bir izolasyondan yana olmayacakları anlaşılacaktır. Ayrıca mezhepçilik, ayrımcılık ve sorumsuz açıklamalar bölge için hiçbir hayra hizmet etmemektedir. Zarif’in  “itham ve korkutma retoriğini bir tarafa bırakmak ve hepimizi tehdit eden şiddet ve terör belasını ortadan kaldırmak için diğer milletlerle el ele vermek” gerektiğinden bahseden sözlerinde kuşkusuz büyük bir haklılık payı bulunmaktadır.

[1] Diobendi veya Diyobendi Hindistan'da bulunan Diyobend kentindeki Darul Ulum Diyobend isimli mektepte ortaya çıkan Hanefi İslam hareketine verilen addır.