Nükleer Anlaşmanın Geleceği ve Olası Senaryolar

Nükleer Anlaşmanın Geleceği ve Olası Senaryolar
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

ABD Başkanı Donald Trump’ın 8 Mayıs 2018’de JCPOA (Kapsamlı Ortak Eylem Planı) olarak bilinen Nükleer Anlaşmadan ABD’nin tek taraflı olarak çekildiğini açıklaması İran’ın nükleer faaliyetlerini yeniden ve eskisinden daha büyük bir uluslararası kriz haline getirme potansiyeline sahip. Trump’ın seçim kampanyasından beri anlaşma karşıtı tutumu göz önüne alındığında bu durum sürpriz olmasa da son dönemde Avrupa ülkelerinin arabuluculuğuyla gerçekleştirilen yoğun görüşmelerin bir orta yol bulunmasında yardımcı olabileceği düşüncesi dillendiriliyordu.

Trump’ın açıklamasıyla birlikte İran’ın vereceği olası cevaplar büyük önem taşıyor. Her ne kadar Zarif, Velayeti, Ruhani gibi İranlı yetkililer özellikle mayıs ayının ilk haftasında peş peşe ABD’nin anlaşmadan çekilmesi durumunda ortada bir anlaşma kalmayacağını açıklasalar da Ruhani’nin 6 Mayıs’taki açıklamaları ABD’nin çekilmesi durumunda bile İran’ın Avrupa ülkeleri ile Çin ve Rusya gibi ülkelerle anlaşmayı ağır aksak da olsa yaşatmaya çalışacağını düşündürüyor. Bu durumun İran açısından son derece anlaşılabilir sebepleri mevcut. Öncelikle 8 Mayıs’a giden süreçteki üç hafta içinde İran Riyalinin iki aşamada %50’ye yakın değer kaybetmesi, İran’ın anlaşmadan tamamen çıkması ve ABD dışında kalan ülkelerin de desteğini kaybetmesi durumunda İran ekonomisinin birkaç ay içinde tamamen iflas edeceği yönündeki iddiaları güçlendiriyor. Gerçekten de son bir yılda ülkede irili ufaklı yüzlerce şehir ve kasabada ekonomik sorunlardan kaynaklanan çok sayıda grev ve gösteri düzenlendiği düşünüldüğünde İran ekonomisinin yeni ve daha büyük bir şoku atlatması oldukça zor görünüyor.

Diğer yandan İran’ın anlaşmadan çıkması uluslararası basında İran’ın nükleer silah yapımına yöneldiği yönünde büyük bir algı kampanyasına yol açacak, özellikle İsrail’in İran’ı provoke eden adımları hız kazanacaktır. Son dönemde Suriye içinde İran’a ve bağlı gruplara yönelik saldırılarını ciddi oranda artırmış durumda olan İsrail böyle bir fırsatı kaçırmayacak gerek bölgedeki gerekse de İran içindeki sınırlı hedeflere yönelik saldırılarını yoğunlaştırabilecektir. İran’ın şimdiye kadar Suriye içinde kendi askeri varlığına yönelik saldırılara cevap vermemiş ya da verememiş olması da İsrail’i daha fazla cüretlendirecektir.

İran’ın anlaşmayı sürdürmeye çalışması sorunsuz olmayacaktır. İç politikada Ruhani hükümeti çok büyük baskı altına girecek ve ekonomik kazanımların söz konusu olmadığı anlaşmada kalınarak neden daha fazla vakit yitirildiğine dair eleştirilere maruz kalacaktır. Ülke içinde birçok kesim Kuzey Kore modeli izlenerek NPT’den dahi çıkılması ve gerektiği takdirde nükleer silah yapımına kadar gidilmesi yönündeki görüşlerini daha sesli şekilde dillendireceklerdir. Ancak mesele İran’ın iç politika tartışmalarının sınırlarını çoktan aşmış bulunmaktadır. Zira İran ister anlaşmayı korumaya çalışsın isterse de tamamen terk etsin ilk olarak ekonomi kaynaklı sorunların büyümesini engelleyemeyecek, ikincisi ise Avrupa ülkelerinin daha fazla seslendirmeye başladığı balistik füzeler ve bölgesel müdahaleleri hususunda yeni sorun alanlarıyla karşılaşacaktır. Bu durum İranlı yöneticilerde uzun bir süredir var olan ABD’nin ve Batının asıl niyetinin nükleer teknoloji değil İran’da rejim değişikliğine dair temel bir strateji olduğu yönündeki düşünceleri güçlendirecektir. Bu husus İran’ın nasıl bir karşı strateji geliştireceği noktasında hayati bir öneme sahiptir. Daha açık bir ifadeyle Trump’ın hedefinin yalnızca ABD ve dünya kamuoyuna pazarlayabileceği diplomatik bir başarı kazanmak olduğu düşüncesi galip gelirse İran gerek nükleer faaliyetleri gerekse de balistik füze teknolojisi ve bölgesel faaliyetleri hususunda birtakım tavizler vererek sorunu çözmeye çalışacaktır. Ancak Washington’daki yönetimin ve bölgesel ortaklarının nihai hedefinin rejim değişikliği olduğuna kani olması durumunda İran’ın tepkileri farklı olabilir.

Yukarıda anlatılanlar ışığında Trump anlaşmadan çekildikten hemen sonra yeni yaptırımlar uygulamasa ve ek yaptırımlar ya da yeni müzakereler için konuyu Kongreye ya da Avrupa ülkelerine havale etse dahi İran’ın kısa vadede büyük sorunlar yaşaması kaçınılmaz görünüyor. Özellikle John Bolton, Rudy Giuliani gibi Halkın Mücahitleri örgütüyle çok yakın ilişkilere sahip isimlerin önemli pozisyonlara gelmesi, yine Mike Pompei’nin İran karşısındaki şahin tavrı İranlıların endişelerinin yersiz olmadığını gösteriyor. Bu aşamada Washington’daki yönetimin İran konusunda iki ayaklı bir strateji izlediği söylenebilir. Öncelikli olarak nükleer anlaşmadan çekilme tehdidini kullanarak ve sonunda çekilerek zaten kırılgan olan İran ekonomisini tamamen felç etme yönünde ilerlemek, bu şekilde ülke içindeki baskıların ve muhtemel karışıkların artmasını teşvik etmek, ikinci olarak da İsrail ve Arabistan gibi bölgesel müttefikleriyle birlikte İran’ın varlığına karşı girişilen operasyonları tedrici olarak genişletmek. Birinci alanda çok fazla enstrümana sahip olmayan İran’ın bölgesel askeri operasyonlara cevap vermesi durumunda ise Amerika’nın doğrudan çatışmaya girme ihtimali oldukça yüksek görünüyor. Nitekim Obama döneminde tehditlerini askıya alan İsrail’in bizzat Esed’i ya da İran’ın içini vurma tehditleri bu tür bir koalisyonun çoktan oluştuğu izlenimini güçlendiriyor.

Nisan ayının ortalarında Trump’ın hukuk ekibine katılan İran karşıtı şahin isimlerden Rudy Giuliani’nin mayıs ayı başında Halkın Mücahitleri Örgütüne yönelik yaptığı bir konuşmada Trump’ın hedefinin yalnız Nükleer Anlaşmadan çıkmak değil, rejim değişikliğine gitmek olduğunu söylemesi bu anlatılanlar çerçevesinde anlam kazanıyor. Böyle bir sürecin ileriki aşamasında zaten ekonomik sorunlardan toplumsal özgürlüklere, çevre sorunlarından etnik haklara değin geniş sorun alanlarına sahip ülkedeki sosyal protestoların artması, İran’ın askeri olarak hırpalanması ve sonraki aşamada ise bir süredir aktif hazırlıklar sürdüren HMÖ ya da farklı etnik milis grupların İran içinde devreye girmesi bekleniyor. Bu durumun farkında olan İran ekonomik alanda elinden bir şey gelmese de toplumsal taleplerin karşılanması hususunda sınırlı da olsa bazı adımlar atmaya çalışıyor, yine özellikle Irak Kürt bölgesindeki ayrılıkçı silahlı Kürt grupların komutanlarına yönelik seri suikastlar düzenleyerek olası askeri operasyonlar hususunda ön almaya çalışıyor.

İran’a yönelik bu tür geniş kapsamlı bir kampanya Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Bazı Türk iş adamı ve bürokratlarının İran’a uygulanan ambargoları delme suçlamasıyla ABD’de yargılanması İran meselesinin Türkiye için önemini gözler önüne seriyor. İran’ın önemli bir enerji ve ticaret ortağı olan Türkiye daha önce de bu ülkeye yönelik geniş kapsamlı yaptırımlara karşı olduğunu ve yalnızca BM tarafından onaylanan yaptırımlara uyacağını açıklamıştı. Ancak önümüzdeki dönemde meselenin ekonomik yaptırımların ötesine geçmesi ve silahlı rejim muhaliflerini de kullanarak Tahran’da rejim değişikliğine gidilmeye çalışılması durumunda konu doğrudan Türkiye’nin milli güvenliğini ilgilendiren bir boyut kazanacaktır. Suriye hususundaki ABD-Türkiye ihtilafının büyük oranda ABD’nin PKK ile geliştirdiği ilişkiler olduğu düşünülecek olursa benzer bir ittifakın İran hususunda da gerçekleşmesi ya da ilerleyen süreçte Suriye’de olduğu gibi İran’da da bir kaos ve otorite boşluğunun meydana gelmesi halinde Türkiye’nin bu durumdan olumsuz etkileneceği kesindir. İran devletinin askeri ve ideolojik açıdan diri pozisyonu muhtemel çatışmanın çok daha geniş boyutlu ve derin olabileceğini gösteriyor.


Not: Bu yazı Trump ve Ruhani’nin konuşmalarından önce kaleme alınmıştır.