Ortadoğu'da Şii-Sünni Çatışma Dengesi: Musul Operasyonu

Ortadoğu'da Şii-Sünni Çatışma Dengesi: Musul Operasyonu
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

2003’te Irak’ın ABD tarafından işgali ve 2010’da başlayan Arap Baharı, Ortadoğu’nun mevcut güvenlik, ekonomik ve stratejik yapılarını altüst etmiştir. Bu süreçte büyük güçlerin ve bölgesel aktörlerin nüfuz kazanmak üzere Ortadoğu üzerindeki rekabeti, bölgeyi vekâlet savaşlarının yaşandığı bir eylem alanına dönüşmüştür. ABD ve Rusya gibi sistemik güçler yerel, etnik, mezhebî ve siyasî nedenlerle hâlihazırda yapay bir şekilde parçalanmış olan yapılardan da faydalanarak bölgesel aktörlerle yine başka bölgesel aktörlere karşı ittifaklar kurmuşlardır. Böylece bölgesel ve küresel çatışma alanları arasında bir bağlantı (linkage) oluşmuştur. Bu açıdan Ortadoğu’daki bölgesel çatışma uluslararası sistemdeki çatışmayla iç içe geçmiştir.

Uluslararası sistem boyutundan bakıldığında, Soğuk Savaş’ın hâkim iki kutuplu güç yapısının neden olduğu barış ve istikrar dönemi bu sistemin çöküşüyle bitmiş ve büyük güçlerin rekabeti özellikle Ortadoğu merkezli yeniden yaşanmaya başlanmıştır.[1] Mearsheimer gibi neorealist yazarların ifade ettiği üzere uluslararası politika, savaşın ortaya çıkmasının, yağmurun yağması gibi her zaman olası olduğu acımasız bir rekabet sürecini içermekteyse[2] de Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Ortadoğu’da yaşanan çok kutuplu geleneksel güç dengesi politikalarının ürettiği geniş istikrarsızlık ve çatışmalar günümüzde sonu gelmez bir kaosa dönüşmüştür.

Soğuk Savaşın bitiminden günümüze kadar geçen süreyi üç sistemik kategoriye ayırmak mümkündür. Buna göre; birinci aşama, 11 Eylül öncesi dönem olarak tanımlanabilir. Berlin Duvarından İkiz Kulelere uzanan iki yıkım arasındaki (1989-2001) dönem;[3] Batılı güçlerin kendi aralarında yakınlaşmayı esas aldıkları ve daha çok küresel sistemin işbirliği düzlemlerini geliştirmeyi amaçladıkları dönemdir. Rusya’nın daha fazla dağılmaması, Çin’in sisteme kazandırılması, Avrupa entegrasyonunun derinleşmesi ortak beklentilerdi. Ancak, bu beklentiler gerçekleştirilememiştir. 1989’da Berlin Duvarının yıkılmasından sonra kalıcı ve adil bir “yeni dünya düzeninin” kurumsal altyapısının sağlanması yerine bölgesel gerilim alanlarında sürdürülen rekabetin sürekli artan bir ivme ile kışkırtılması, on iki yıl sonra gelen ikinci yıkım sonrası yeni problem alanlarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece birinci yıkımın pozitif ve iyimser niteliği üzerinde sağlanamayan küresel düzen arayışları, ikinci yıkımın negatif ve kötümser etkileri üzerinde yeniden tartışılmaya başlanmıştır.[4]

1 Eylül ile başlayıp ABD’nin 2003’te Irak müdahalesine kadar olan ikinci evre ise tarafların büyük ölçüde tehdidin terör ve terörizme zemin hazırlayan coğrafyalar olduğu konusunda uzlaştıkları bir dönem olmuştur. Bahsedilen dönemde ABD, 11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttuğu El-Kaide ve bu örgüte destek olan Afganistan’daki Taliban rejimine karşı mücadele başlattığında ve 2001 Ekim’inde Afganistan’a müdahale ettiğinde fazla sorun yaşamamış, müttefiklerin desteğini de almıştır.[5] Halen içinde bulunduğumuz üçüncü evre ise ABD’nin Irak müdahalesi ve işgaliyle şekillenen, 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayarak sonrasında pek çok ülkeye sıçrayan, Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de liderlerin devrilmesiyle sonuçlanan “Arap Baharı” olarak adlandırılan halk ayaklanmaları sonrası dönemdir. Ortadoğu’yu içinden çıkılmaz bir kaos alanına dönüştüren bu dönem, terörizm konusunun özü bakımından ikincil duruma geldiği, onun yerini yeni güç dengesi arayışlarının doldurduğu bir süreçtir. Ayrıca bu döneme damgasını vuran “terörle mücadele” söylemiyle birlikte kimin terörist sayılacağı konusunda olduğu gibi terörizmle mücadelenin nasıl yapılacağı konusunda da taraflar arasında ciddi farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.[6]

1 Eylül saldırıları sonrası uluslararası toplum tarafından El-Kaide küresel terör örgütü olarak tanımlanırken 2003 Irak işgali sonrası meydana gelen otorite boşluğu ve Arap Baharı sonrası gelişmelerin meydana getirdiği kaosun etkisiyle aslında Irak El-Kaide’sinin bir devamı olan IŞİD yeni bir küresel terör örgütü olarak ortaya çıkmıştır. 2011 yılında ABD askerlerinin Irak`tan çekilmesini, Bağdat’taki Şiî yönetimin Irak`taki Sünni gruplara baskı uygulamasını ve Suriye`deki halk hareketinin iç savaşa dönüşmesinin yarattığı boşluğu çok iyi kullanan IŞİD bölgede gücünü arttırma şansı yakalamıştır.  Aslına bakılırsa Irak’ta 2003’de ABD’nin işgali ile başlayan ve 2011’de ABD’nin askerlerini çekmesi ile devam eden süreç üç önemli miras bırakmıştır. Buna göre, Irak’ın güneyi Şiî nüfus ekseninde homojenleşmiş, Kuzey Irak bölgesi önemli ölçüde Bağdat’taki merkezi yönetimden kopmuş ve işgal döneminde başlayan terör eylemleri ülke siyasetinin temel dinamiğine dönüşmüştür. Bu dinamiklerden ilki Bağdat’ı İran eksenine yakınlaştırırken, ikincisi Erbil’i Türkiye’ye yakınlaştırmış ve IŞİD eksenine oturan üçüncü dinamik ise bölge siyasetini ciddi ölçüde değiştirmiştir.[7] Bu bağlamda, İran’ın da desteğiyle Sünnilerin Irak siyasetinden dışlanması hem Irak içi hem de IŞİD gibi bir örgütün gelişme alanı bulması açısından bölgesel olumsuz sonuçlar doğurmuştur. İşgal sonrasında geçen on yıldan fazla bir zamana rağmen bir türlü istikrar ve düzene kavuşamayan Irak hala bölge için endişe kaynağı olmaya devam etmektedir.

Bölgedeki kaos ortamı, IŞİD’in etki alanını arttırırken kendisini IŞİD gibi terör üreten Vahhâbî düşüncenin panzehri olarak lanse eden İran’ın da nüfuz alanını genişletmesini sağlamıştır. Hatırlanacağı üzere 2003 işgali sonrası Amerikan yönetiminin Irak’ta istikrarı sağlamada güçlük çekmesi ve oluşan kaos ortamında faklı aktörlerin çıkarlarının çatışması, İran’ı Irak konusunda avantajlı hale getirmişti. İşgal sonrasında Irak’ta istikrarın sağlanması, güvenliğin tesisi ve siyasi sürecin geliştirilmesine dönük atılacak adımlarda İran’ın göz ardı edilemeyeceğinin ABD tarafından anlaşılması İran’la anlaşmayı zorunlu kılmıştır. Ayrıca, Irak’ta halkın çoğunluğunu oluşturan Şiîlerin iktidara gelmesi ve Başkan Obama dönemi ile birlikte Amerikan askerinin Irak’tan çekilmesi sonrasında güvenliğin ve siyasi istikrarın sağlanması konuları ABD-İran işbirliğini daha da kritik hale getirmiştir.

İran bu süreçle birlikte ABD’nin de zımni desteğiyle Ortadoğu’da özellikle Şiî aktörler üzerinden nüfuz alanını genişletme imkânını bulmuştur. Diğer taraftan nükleer anlaşma ile de Amerikan yönetimi İran’ın bölgede daha etkin bir rol oynamasının- özellikle Sünni devletlere ve gruplara karşı bir denge unsuru olarak- önünü açmıştır. İran’ın Şiî yayılmacılığı ABD’nin Irak müdahalesinden Arap Baharına uzanan süreçte Bağdat, Şam, Beyrut ve Sana’da başarılı olmuştur. Dolayısıyla İran’ın Suriye, Yemen ve Irak’taki mezhepçi tavrı, sert ve kavgacı söylemleri özellikle Körfez ülkeleri için kaygı vericidir.

Bölgede Şiî-Sünni çatışmasının en belirginleştiği alanlardan birisi hiç şüphesiz Musul’dur. Bu açıdan, Bağdat merkezi yönetimine bağlı ordunun 2014 yılında Irak’ın en büyük ikinci şehri Musul’u çatışmaya girmeden IŞİD’e terk etmesi ve iki yıl aradan sonra ABD ve İran’ın da desteğiyle yeniden almak için operasyon başlatması yukarıda bahsedilen daha büyük stratejinin bir parçası olarak okunmalıdır. Zira o günlerde Irak'ın Şiî Başbakanı Nuri El-Maliki, Musul'un düşüşünü "komplo" olarak değerlendirmiş[8] ve kaçan askerlerin cezalandırılacağını söylemiştir. Öte yandan Maliki birçok bölgede gönüllülerin IŞİD'e karşı savaşmak için harekete geçtiğini, her vilayette bir tugay oluşturulduğunu ve yüzbinlerce gönüllünün ülkesinin karşı karşıya kaldığı bu tehlike ile mücadele etmek istediğini ifade etmiştir. Ayrıca, Musul’un IŞİD tarafından işgali sonrası Erbil'e kaçan Musul Valisi Esil Nuceyfi, Musul’u geri almak, asayiş ve düzeni yeniden kurmak için halk komiteleri oluşturduklarını açıklamıştır.[9] Ancak bir süre sonra yetkililerin açıkladığı bu hazırlıkların hiçbirinin doğru olmadığı anlaşılmıştır.

Bu çerçevede, IŞİD işgali öncesinde Musul’daki Sünni aşiret liderlerinin Bağdat Merkezi Hükümetine karşı mücadele verdikleri ve Merkezi Yönetimin Musul’da otoritesini tam kuramadığı bilinmektedir. Merkezi Irak ordusunun yanı sıra yerel grupların da işgal sırasında IŞİD’e direnç göstermemesi bu açıdan önemlidir. Zira Sünni aşiret lideri El Zubai’nin "IŞİD'le kapsamlı bir çatışma ya da bu bölgelerin denetimini onlara bırakma arasında bir seçim yapmak zorundaydık. Geri çekilmeye karar verdik. Çünkü bu koşullar altında IŞİD'le savaşmaya hazır değiliz. Kimin için savaşacağız ki?"[10] sözleri bu grupların savaşmama nedenini özetler niteliktedir. Dolayısıyla 17 Ekim’de başlatılan İran’ın desteklediği Haşdi Şabi olarak isimlendirilen Şiî milislerin de katıldığı[11] Musul'un IŞİD'den geri alınmasına yönelik askeri operasyon 2014’teki çekilmenin stratejik bir adım olduğunu göstermektedir. Bu geri dönüş operasyonuyla IŞİD’i, Şiî merkezi Bağdat yönetimine karşı tercih etmiş olan Sünni muhalif grupların da tasfiye edilmesi ya da en azından pasifize edilmesi amaçlanmaktadır. Ancak, bu durum bölgedeki Şiî-Sünni çatışmasına yeni bir boyut kazandıracaktır.


Notlar [1] Robert Gilpin, “The Theory of Hegemonic War”, Journal of Interdisciplinary History, Vol. 18, No 4, (Spring 1988), ss,606-610.

[2] John Mearsheimer, “The False Promise of International Institutions”, International Security, Vol. 19, No 3, 1994, ss. 5-49.

[3] Ahmet Davutoğlu, Küresel Bunalım, İstanbul, Küre Yayınları, 2002, s.x

[4] Ibid., s.ıx.

[5] Tayyar Arı, Irak-İran ve ABD: Önleyici Savaş Petrol ve Hegemonya, İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 495.

[6] Beril Dedeoğlu, “Transatlantik İlişkiler” , Avrupa Birliği’nde Değişen Dinamikler: Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı Çalıştay Raporu, Ankara, TEPAV Yayınları 2006, s.23.

[7] Ali Balcı, “Türkiye’nin Üç Irak Siyaseti”,        http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/2016113_9alibalci.pdf (21.05.2016).

[8] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150818_maliki_musul_komplo  (21.10.2016).

[9] http://www.dw.com/tr/i%C5%9Fid-ba%C4%9Fdata-ilerliyor/a-17700635 (21.10.2016).

[10] http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/08/140829_muir_sunni_isid (21.10.2016).

[11] Musul'un kent merkezine 60 kilometre mesafedeki El-Kayyare nahiyesi sakinlerinden Abdussettar el-Ceburi, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Operasyon kapsamında köye güvenlik güçlerine ait Hummer model arabalar geldi. Çoğunda mezhepçi bayraklar vardı. Irak bayrağına çok az rastladık. Iraklı yetkililerin Şii milislerin operasyona katılmadığı yönündeki açıklamaları ve güvencelerine karşı sonradan bunların Haşdi Şabi güçleri olduğunu öğrendik." dedi. Ceburi, "Onları gördüğümüzde Felluce'ye girdiklerinde bize yaptıkları aklımıza geldi ve korktuk. Felluce'de evlerimizi bastılar. DEAŞ'tan kaçarken Haşdi Şabi'ye tutulduk." ifadelerini kullandı. Bkz. http://www.sabah.com.tr/gundem/2016/10/21/iraklilarin-hasdi-sabi-endisesi (21.10.2016).