Devrim Muhafızlarına Konferanslar

Devrim Muhafızlarına Konferanslar

Devrim Muhafızlarına Konferanslar

Devrim Muhafızlarına Konferanslar

Ebu’l Hasan Beni Sadr, Çev. Atilla Özdür, Piran, İstanbul, 1981, 151 sayfa.


Ebu’l Hasan Beni Sadr, Devrim Muhafızlarına Konferanslar adlı eserinde İran İslam Devrimi’nin erken dönemlerindeki politik eğilimleri yansıtmaya çalışmıştır. Sadr tarafından 1979-80 yıllarında gerçekleştirilen altı farklı konferanstaki konuşmalardan oluşan eser, daha sonraları yapılan düzenlemelerle bir kitap hâline getirilmiştir. Kitabın orijinalinin hangi dilde ve tam olarak hangi yılda basıldığıyla ilgili net bir bilgiye ulaşılamamıştır. Ancak eserin Türkçeye tercümesi 1981’de Atilla Özdür tarafından yapılmıştır.

Sadr, 1933 yılında İran’ın Hemedan kentinde dünyaya gelmiştir. İlahiyat ve hukuk eğitimi almış, kariyerini hukukçu olarak devam ettirmiş, Tahran Üniversitesi Hukuk Bölümünü bitirdikten sonra Sorbonne Üniversitesinde finans eğitimi almıştır. Sadr, Irak’ta sürgünde bulunan Humeyni ile 1966 yılında görüşerek onun takipçileri arasında yer almış, Humeyni’nin Irak’tan sınır dışı edilmesi ve Fransa’ya gidişinden sonra da Humeyni ile yakın temas kuranlardan biri olmuştur. Sadr, Humeyni’yle birlikte Şubat 1979’da Fransa’dan İran’a uçakla gelen ekipte yer almıştır. 4 Şubat 1979’da maliye bakanı yardımcılığı görevine atanmış, 27 Şubat 1979’da maliye bakanı olmuş, 12 Kasım 1979’da ise dışişleri bakanı olarak görevlendirilmiştir. 1980 Şubat’ındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde %78 oy alarak İran tarihinde seçimle iş başına gelen ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Seçilmesinin ardından Sadr hem İslam Devrim Konseyi hem de Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) dâhil olmak üzere silahlı kuvvetlerin başkomutanı olarak İran’da idari yetkileri elinde toplamıştır. Ancak Irak’la yaşanan savaş boyunca DMO ile ordu arasında sürekli gerilim yaşanmış ve bu gerilim genellikle ordudan yana tavır koyan Sadr’ı zor durumda bırakmış; 10 Haziran 1981’de başkomutanlık görevinden azledildiği açıklanmıştır. Sadr, Halkın Mücahitleri Örgütü Lideri Mesud Recevi birlikte İran’dan Fransa’ya kaçmış ve Ulusal Direniş Konseyini kurduklarını ilan etmişlerdir. Sadr, 1985 yılında Recevi ile Saddam Hüseyin arasındaki yakınlaşma üzerine Halkın Mücahitleri ile yolunu ayırmıştır. Hâlen Fransa’da sürgün olarak yaşamaktadır.

Sadr’ın altı konferans metninin yer aldığı kitapta konferanslar ayrı konulara odaklanılarak sunulmamıştır. Konferansların her biri İran’da yoksulluğun, gelir adaletsizliğin engellenmesi için alınması gereken önlemler hakkındadır. Bu nedenle konferansların özgün konu başlıklarının verilmesine gerek görülmemiştir.

Sadr’ın DMO’ya yönelik konferans metinleri, İran İslam Devrimi’nin erken dönemdeki politik eğilimlerini yansıtması bakımından önemlidir. Sadr, o dönemde “İslami Marksist” bir düşünür olarak tanınmaktaydı. Her ne kadar kendisi bu tanımlamayı kabul etmese de Devrim Muhafızlarına Konferanslar adlı eserine bakıldığında temel tartışma noktasının; işçi sınıfının hakları, yönetime katılma biçimi, grev, sendikalaşma gibi konulardan oluştuğu ve kitap boyunca birçok yerde Marksist jargonun kullanıldığı görülmektedir. Örneğin, “işçi sınıfı” terimi düzenli olarak yer almaktadır. Sadr, işçi sınıfının durumunun düzeltilmesi sorununun, döneminde yaygın olan ekonomist bakış açısının ötesine geçilerek çözülebileceğine inanmaktadır. Buna göre sadece maaşların artırılması, işçiler için gerçek bir kurtuluş sağlayamaz. Asıl kurtuluş; işçilerin çalıştıkları yerlerin yönetimine katılması, bankacılık sisteminin radikal olarak değişmesi, sağlık hizmetlerinin ücretsiz olması, İran’daki hâkim sistemin tümüyle yeniden yapılandırılmasıyla olacaktır. İran köylüsünün sefalet durumunda olduğunu savunan Sadr, Şahlık Dönemi’nde yapılan toprak reformunun işe yaramadığını zira su kullanım haklarının yine güçlü ve zengin köylülerin elinde kaldığını belirtir.

Öte yandan işçi ve köylülerin sorunlarının çözümü, Sadr’a göre İslam dininin kaidelerine dönüşle mümkündür. Zira Sadr’a göre İslam, emek ve çalışan kişinin sarf ettiğinin karşılığının verilmesi düşüncesi üzerinde ısrarla durarak kişilerin emeklerinin istismar edilmesini yasaklamaktadır. Ancak Sadr, İslam’ın emeğin sömürülmesine ne tür yasaklar getirdiği (hukuk) konusuna girmez. Ayrıca yaptığı bazı yorumlar teolojik olarak tartışmaya açıktır. Emek olgusuna özel bir önem verdiğinden kitabına şu cümleyle başlamıştır: “Bilindiği üzere yaratıcı ile yaratılış arasında emeğe dayalı bir münasebet bulunmaktadır.”1 Burada emek kavramına İslami literatürde daha önce görülmedik ölçüde önem verildiği görülmektedir. Sadr, açık biçimde İslam iktisadında herkesçe kabul görmeyecek bazı iddialarda da bulunmaktadır. Örneğin İslam’ın piyasaya müdahale eden bir din olduğunu, İslam’da fiyatlar ile paranın satın alma gücünün, birbiri karşısında mukayeseli olarak sabit tutulduğunu belirtmektedir.

Sadr’ın, İslam’ın ancak çalışmanın karşılığı olarak mülkiyet hakkını tanıdığı iddiası da İslam hukuku açısından tartışmalıdır. Sadr’a göre çalışarak emek sarf etmemiş bir insanın, eski rejimdeki (Şahlık) tatbikin aksine millî zenginlikten kendi adına pay ayırmaya hakkı yoktur. Bu yaklaşım açık biçimde İslam hukukunda servetin miras yoluyla devrine aykırı bir tutum gibi görünmektedir. Gerçi İslam tarihinde toprağını ekip biçmeyenlerin mülkiyet haklarına el konulup toprakların kamulaştırılmasına dair örnekler de vardır. Ancak mülkiyete bu şekilde el konulması Müslüman fakihlerce genellikle hoş görülen bir uygulama değildir.

Sonuç olarak Sadr’ın, zenginliğin İslam’da ancak emek ve çalışma karşılığı oluşabileceğine dair görüşü İslam miras hukuku ile belirgin bir çelişki içermektedir. Benzer bir sorunlu alan da mülkiyetin kime ait olduğuna dair çözümlemelerdedir. Sadr, İslam’a göre özel mülkiyet hakkının garanti altında olmadığını, mülkiyetin Allah’a ait olduğunu, hiçbir ferdin “Şu topraklar benimdir.” şeklinde konuşmasının makul karşılanamayacağını belirtmiştir. Öte yandan yazar, burada tam olarak ne kastettiğine net bir açıklama getirmemektedir. Doğal olarak Müslümanlar, yeryüzünün Allah tarafından yaratıldığını ve son kertede ona ait olduğunu kabul ederler ama sonuçta belirli toprak parçaları ve araziler de belirli şahısların mülküdür. Sadr bu duruma itiraz ederken tüm arazilerin Tanrı adına kamulaştırılması gerektiğinden mi söz etmektedir? Burası kesin değildir. Ama fakihlerin çoğunluğu, bu türden kamulaştırıcı siyasetleri onaylamamıştır. Bu nedenle Sadr, sadece Şahlık Dönemi’nde büyük servet sahibi olup da sonradan yurt dışına kaçmış kişilerin mülklerinin müsadere edilmesi gerektiğinden açık biçimde söz etmiştir.

Sadr çalışanların maaşları arasındaki farkların azaltılması gerektiğini söylerken radikal eşitçiliğin de tehlikeli sonuçlar doğurabileceğinden söz etmiştir. Örneğin işçi ve doktor ücretleri birbirine çok yaklaşırsa bu sefer de kimsenin doktor olmak istemeyeceği vurgulanmaktadır. Buna karşılık toplumda sosyal bir denge (muvazene) kurulmak zorundadır. Zira aşırı yoksulluk gibi zenginlik de insanları yozlaştıran ve sapkınlığa götüren bir durumdur. İnsanlar, zenginlik hırslarını yok etmek için nefislerini köreltmeli ve İmam Ali ile İmam Humeyni’nin sade hayatını örnek almalıdır. Böylece dengeli toplumsal yapının maddi önlemlerden ziyade manevi önlemlere dayanılarak inşa edilebileceği savunulmaktadır. Sadr buna “Tevhid Ekonomisi” adını vermektedir. Sadr, işçilerin haklarını savunacak somut kanunlardan ziyade, işçi haklarına aykırı hareket etmenin Allah’ı inkâr ve küfür olarak görülmesinden söz etmektedir. Toplumsal adaletin kişilerin ruhi yapısındaki ilerlemeyle sağlanabileceği öngörülmektedir. Başka bir deyişle kitapta, emek hırsızlığına karşı manevi ve ahireti kapsayan cezalardan söz edilirken dünyevi anlamda hangi önlemlerin alınacağı konusu boşlukta kalmaktadır. Hatta 3. Konferans’ta Sadr, o dönemde oldukça yaygın olan işçi grevlerini hedef almış, grevlerin emperyalistlere hizmet ettiğini savunmuş ve Devrim’i sahiplenen işçileri, grevlere son vermeye davet etmiştir. Sadr, işçilere sabırlı olmaları gerektiğini, İran Devrimi’nin onların sorunlarını zamanla çözeceğini söylemektedir. Öte yandan işçilerin fabrika işgallerine karşı olduğunu vurgulayan Sadr, bir yandan da prensipte sermayenin sanayiden bütünüyle tasfiye edilmesine karşı olmadığını, işçilerin fabrikalarda üretimi denetleme yetkisine sahip olmaları gerektiğini de desteklediğini belirtmiştir. Bu durumda fabrika mülkiyetinin bir kısmı işçilere devredilebilir. Bu uygulama Şahlık Dönemi’ndeki kâr payı sisteminden daha sağlıklı olacaktır. Ancak Sadr bu aşamaların gerçekleşmesini sonraki yıllara bırakmakta ve işçilerin aceleci olmaması gerektiğini de savunmaktadır. Kitabın son kısımlarında genelde Marksist düşünceyi tenkit eden Sadr, sosyalizmin daha fazla yoksulluk ve diktatörlük yarattığını, İran Devrimi’nin Marksist “sınıf savaşımı” teorisiyle açıklanamayacağını, İran’ı bir arada tutabilecek tek olgunun İslam dini olduğunu savunan bir sonuca varmaktadır.

Sadr’ın konferanslarındaki bazı yaklaşımlar, İran’da sonraki yıllarda büyük ölçüde geçersiz kalmıştır. Örneğin, Şahlık Dönemi’nde başlatılan nükleer enerji projelerinin, İran’ın acil sorunlarına çözüm üretmeyeceğini ve sonraki yıllara bırakılması gerektiğini belirtmektedir. Benzer şekilde Amerikalılardan alınan 10 milyar dolarlık silahın hiçbir işe yaramadan depolarda çürüdüğünden, İran’ın boşu boşuna bu silahlara yatırım yaptığından söz etmektedir. Kitabın sonunda Sadr, muhalif entelektüellerden birinin “Bizi dinî bir diktaya doğru sürüklüyorsunuz.”2 demesi üzerine bu iddiayı reddetmiş, bunun tamamıyla yanlış bir düşünce olduğunu belirtmiştir. Bu satırların yazılmasından belli bir süre sonra Sadr, benzer suçlamalarla İran’ı terk etmiştir. Bu örnekler, Sadr’ın acil sorunlara odaklanırken gelecekle ilgili muhtemel sorunlar ve çözümlere odaklanmadığına kanıt olarak görülebilir. Zaten kitapta emekçi sınıfların sorunları üzerine ayrıntılı biçimde durulurken demokrasi ve demokratik haklarla ilgili hemen hiçbir yorumda bulunulmaması da dikkat çekicidir. Sadr’ın, 1980’lerde Avrupa’da sürgündeyken demokrasi ve insan hakları konusundaki çalışmaları anımsandığında söz konusu kitapta demokrasi tartışmasının yer almaması, düşüncelerinin zaman içerisinde nasıl bir değişime uğradığını da göstermektedir.

Devrim Muhafızlarına Konferanslar adlı kitap, İran’ın yakın tarihi ve İslam Devrimi’nin gelişimini incelemek isteyen araştırmacılar için birincil ağızdan alınmış en önemli kaynaklardan biridir. Ancak Sadr’ın muhalif kanada geçişi nedeniyle bu kitap hak ettiği ilgiyi görmeden unutulmuştur. Kitap, İran İslam Devrimi’nin başlangıç aşamasında Devrim’in öncülerinin dünya dengelerine ve İran’da Şahlık Dönemi’nden miras alınan sosyoekonomik duruma nasıl baktıklarını göstermesi açısından önemlidir. Günümüzde bazı araştırmalarda İran İslam Devrimi’nin; başlangıçta sosyal adaletçi, eşitlikçi, pazar ekonomisi karşıtı söylemler kullandığı erken dönem, yeterince dikkat çekmemektedir. Bunun yerine daha çok İran’da insan hakları veya kadınların konumu gibi konu başlıklarına odaklanılmaktadır. Oysa Devrim Muhafızlarına Konferanslar adlı kitapta kadınları ilgilendiren kısımlar veya “toplumsal ahlakla” ilgili bölümler oldukça geri planda kalmakta ve asıl tartışma konusu yoksulluk, sosyal adalet, işçi sınıfının hakları gibi başlıklar etrafında dönmektedir.


1 Ebul Hasan Beni Sadr (1981), Devrim Muhafızlarına Konferanslar, (çev. Atilla Özdür), İstanbul: Piran Yayınları, s. 10.

2 Ebul Hasan Beni Sadr (1981), Devrim Muhafızlarına Konferanslar, (çev. Atilla Özdür), İstanbul: Piran Yayınları, s. 149.