İran Tarihi
İran Tarihi
Richard Foltz, Iran in World History, Hüseyin Gökalp (Çev.), İnkılâp Kitabevi, 2021, 148 sayfa.
ISBN: 978-9751042972
Concordia Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Richard Foltz, İran dünyası üzerine uzmanlaşmış bir kültür tarihçisidir. Yayımladığı on bir kitap ve yüzlerce makale birçok dile çevrilmiştir. Foltz’un bu yazı kapsamında ele alınan ve orijinal ismi Iran in World History olan kitabı New Oxford World History serisi kapsamında 2015 yılında yayımlanmıştır. Söz konusu seri, Avrupa ve ABD’yi merkeze alan eski dünya tarihi serilerinin aksine diğer bölgeleri dışlamaz. Benzer biçimde, dünya tarihinin büyük medeniyetlerin başarı hikayeleri üzerinden okunmasına da karşı çıkarak sıradan insanlar ile sosyoekonomik yapılara da yer verir. İran’ın dünya tarihindeki konumunu okuyucuya vermeyi hedefleyen eser, İran’a ilişkin giriş seviyesinde bilgi edinmek isteyenlerin başvurabileceği bir kitaptır.
Foltz, “Vatan ve Dil Birliği (MÖ 3500-550)” başlıklı ilk bölümde tarih öncesi İran’a odaklanır. İran ile Aryan kelimelerinin kökteş olduğunu belirterek Farsçanın Hint-Avrupa dil ailesinin bir alt grubu olduğunu ifade eder. Ön-İranlı olarak adlandırılabilecek göçebeler, uzun bir süreç içerisinde bugün İran olarak bilinen coğrafyaya göç ederler. Geldikleri coğrafyada ise binlerce yıldır tarım yapan ve yerleşik yaşayan halklar bulunmaktadır. Her ne kadar yerleşik halklar zamanla ön-İranlılar arasında erimiş olsalar da Foltz’a göre İran kültürü, göçebe Aryanlar ile yerleşik halkın etkileşimi sonucu ortaya çıkmıştır. Göçebe ve yerleşik unsurlar arasındaki çatışma ve alışveriş, İran toplumunun 20. yüzyılın başına kadar temel bir dinamiği olarak kalmıştır. Yazar, bölümün geri kalan kısmında Zerdüşt’ün kimliği, Zerdüşt inancı ve Zerdüştlüğün diğer dinlere muhtemel etkilerine değinir. Foltz’un İranlıların kökenini Aryan halklarına bağlaması ve Farsçayı Hint-Avrupa dil ailesi şemsiyesi altında değerlendirmesi 19. yüzyıldan bu yana İran tarihi ve kültürü hakkında Avrupa’da oluşan ana akım anlatıya uygun düşmektedir.
“İran ve Yunanlılar (MÖ 550-247)” adını taşıyan ikinci bölüm Ahameniş İmparatorluğu’nun kuruluşu ve kurucusu Kiros’un mirasının anlatımı ile başlar. Foltz, Kiros’un Babil’in fethinden sonra çivi yazısıyla kazıttığı meşhur silindir biçimli manifestoya da değinir. Kiros Silindiri’nin bir tür insan hakları beyannamesi olduğu yolundaki yorumları anakronizm olarak değerlendirir. Kiros’un hâkimiyeti altındaki halklara yönelik ılımlı siyasetinin modern bir kavram olan insan hakları ile değil kadim imparatorlukların pragmatik ihtiyaçları doğrultusunda açıklanması gerektiğini savunur. Kiros’tan sonra Ahameniş İmparatorluğu’nu kurumsallaştıran ise Daryuş olmuştur. Uzun yıllar süren savaşların ardından Ahameniş İmparatorluğu, Büyük İskender’in MÖ 330’da İran’a girerek Persepolis’i harap etmesiyle yıkılır. Yazar, İran ve Yunan medeniyetlerinin etkileşimine geçmeden önce Mezopotamya geleneklerinin İran’a olan etkisinden bahseder. Bu etkinin bir nişanesi olarak Nevruz kültürünün Mezopotamya’dan İran’a gelmiş olabileceğini belirtir. İkinci bölüm, İran-Yunan ilişkilerinin değerlendirilmesi ile son bulur. Helenistik Dönem İran ve Yunan kültürlerinin sentezinin görüldüğü bir dönemdir. Söz konusu dönemden kalan sanat ve mimarlık eserleri, İran-Yunan kültür sentezine örnek teşkil etmektedir.
Foltz, “Partlar, Sâsâniler ve Soğdlar (MÖ 247-MS 651)” başlıklı üçüncü bölümde ilk olarak Part Dönemi’ne odaklanır. Partların birçok Helenistik geleneği muhafaza ettiğinin altını çizer. Yunan sikkelerini kullanmaya devam etmeleri ve kendilerine Yunan medeniyetini seven anlamında “phil-helen” adını vermeleri söz konusu kültürel yönelimin en açık göstergelerindendir. Yazara göre iktidarın Partlardan Sasan ailesine geçişi, Medlerden Ahamenişlere geçişine benzemektedir. İki durumda da yerel Pers gücü, imparatorluk idaresini devralarak mevcut sınırları genişletir ve daha merkezî bir siyasi yapı kurar. Foltz, ilerleyen sayfalarda Sasani İran’ının sosyal ve dinî yapısına değinir. Mani dinini, Sasani hâkimiyetindeki Hristiyanlarla Yahudilerin durumunu ve Mazdek hareketini ele alır. Bunun yanında, Enuşirvan olarak bilinen Sasani Dönemi’nin önemli hükümdarı I. Hüsrev’in idari, mali ve askerî reformlarını değerlendirir. Atina’daki Neo-Platonist akademinin Bizans İmparatoru tarafından kapatılmasının ardından bazı filozofların bugünkü Huzistan ili sınırlarında yer alan Cündişapur’da ders vermesi, dönemin önemli kültürel gelişmelerinden birisidir. Yazar, Cündişapur’daki eğitim faaliyetinin Yunan, Hint, İran ve Mezopotamya geleneklerinden beslendiğini ve modern üniversitenin temellerini attığını savunur. Üçüncü bölümde son olarak, Orta Asya kültür ve ticaret hayatında çok önemli bir rol oynamış Soğdlulara değinir.
“İslam’ın İranlılaşması (MÖ 651-MS 1027)” başlıklı dördüncü bölüm İran’ın Müslümanlarca fethinin ardından ilk dört yüzyılda gerçekleşen gelişmelere ayrılmıştır. Foltz, bölüme Şehname’den Sasanilerin çöküşüne hayıflanılan bir alıntıyla başlar. Ona göre Firdevsi’nin bu ifadeleri, İslam ile Antik İran arasında sıkışan İran kimliği muammasını çok iyi yansıtmaktadır. Arapların Sasani ve Roma gibi iki haşmetli imparatorluğa karşı başarılı olma sebepleri arasında kabile yapısı, akın kültürü ve fetihlerdeki ekonomik motivasyonu öne çıkarır. Şiiliğin doğuşu ve tasavvuf kültürü, dördüncü bölüm kapsamında ele alınan diğer konulardır. Bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere yazar, İranlıların Müslüman olmakla birlikte kimliklerini koruduklarını ve İslam’ı İranlılaştırdıklarını ileri sürer. Abbasi devlet modelinin İran siyasi geleneğine yakınlığı, Emevi ve Abbasilere karşı İran coğrafyasında çıkan isyanlar ile Farsçanın yazı dili olarak yükselişi Foltz’un argümanını desteklerken kullandığı örnekler arasındadır. Yazarın İbn-i Sina’nın inançsızlığı ve Firdevsi’nin Müslümanlığının tartışmalı olduğu yolundaki iddiaları ise tartışmaya açıktır.
“İmparatorluk Sahipleri ve Pers Kültürünün Galipleri (1027-1722)” başlıklı beşinci bölümde yazar, Selçululardan Safevilere İran dünyasının yaklaşık 700 yılını ele alır. İkinci binyılın başından itibaren İran’a çoğunlukla hâkim olmuş Türk hanedanlar ile yerleşik İran medeniyeti arasındaki ilişkiyi Yunan-Roma ilişkisine benzetir. Roma da Yunan medeniyeti üzerinde yükselerek büyük bir imparatorluk kurmuştur. Bölüm, Gazneli ve Selçuklu mirasının ele alınmasından sonra Moğollar, Timur ve ardıllarının tartışılmasıyla devam eder. 16. yüzyıl ise İran ve etrafındaki dünya için dönüştürücü bir yüzyıl olmuştur. İran’da Şii Safeviler, Anadolu Türkmenlerinin desteğiyle iktidara gelmiş ve İran’ı Şiileştirmeye başlamıştır. Öte yandan Orta Asya’ya Özbeklerin hâkim olması, Herat Valisi Babür’ü Hindistan’a akınlar düzenlemeye sevk etmiştir. Bu akınların neticesi olarak 1857’ye kadar sürecek Babürlüler Devleti kurulur. Foltz, Safevi Dönemi’nin dikkat çekici bir niteliği olarak İranlı okuryazarların Hindistan’a göçünü öne çıkarır. Safevi İran’ındaki siyasi ve dinî baskı, birçok İranlı şair ve sanatçıyı görece özgür olacakları Hindistan’a göç etmeye zorlamıştır. Hindistan’da söz konusu göçlerle güçlenen Farsça, 19. yüzyılın sonuna kadar Müslümanların başlıca yazı dili olarak kalmıştır. Yazar son olarak Isfahan’ın ünlü meydanı Nakş-ı Cihan’ın mimari özelliklerini inceleyerek önemli bir çıkarımda bulunur. Dinî yapılar ile ticari yapıların bir arada olması, tüccar sınıf ile Şii ulema arasındaki bağı güçlendirmiş ve bu iki sosyal sınıf arasındaki ittifak bugüne kadar gelmiştir.
“Avrupa’nın Gölgesi Altında (1722-1925)” başlıklı altıncı bölüm İran’ın özellikle söz konusu zaman diliminin ikinci yarısında Avrupalı güçlerin baskısıyla karşı karşıya kaldığı bir dönemini konu edinmektedir. 1722 yılında Afganların Safevilerin başkenti Isfahan’ı ele geçirmeleri, İran’ı yüzyılın sonuna kadar sürecek olan sürekli iç savaş ve istikrarsızlık dönemine sokmuştur. Kaçarların 1796 yılında kesin olarak iktidara gelişlerine kadar İran’da Nadir Şah, Zend hanedanı ve diğer birçok yerel aktör, güç ve meşruiyet arayışında olmuştur. Yazarın üzerinde durduğu bir diğer konu Kafkasya’nın elden çıkmasına sebep olan 19. yüzyılın başında Rusya ile girişilen savaşlardır. Söz konusu hezimetin İranlılar arasında yarattığı travmaya değinen Foltz, o tarihten bugüne kadar İran’ın komşularına karşı askerî bir saldırıya geçmemesini manidar bulur. 19. yüzyılın ikinci yarısı boyunca saltanat makamında oturan Nasıreddin Şah Dönemi’nde reformlar temkinli bir biçimde ilerlese de Kaçar Hanedanı yeni oluşan muhalif entelektüel zümrenin ve de halkın gözünde meşruiyetini kaybetmeye başlamıştır. Meşrutiyet Devrimi, modern siyasi fikirlerin olduğu kadar Kaçar Hanedanı’na olan muhalefetin de sonucudur. Yazar bu bölümü; Birleşik Krallık ve Çarlık Rusya’sının İran üzerindeki planları, 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı kriz ve ardından Rıza Han’ın iktidara gelişine değinerek kapatır.
Foltz, “Modernleşme ve Diktatörlük: Pehlevi Dönemi (1925-1979)” başlıklı yedinci bölümde Pehlevi Dönemi otoriter modernleşme deneyimini ele alır. Rıza Şah iktidarı bir yandan modern kurumların açıldığı öte yandan da ulus bilincinin halka aşılandığı bir dönem olmuştur. İran kimliğinin en bariz vasfı olarak Şiilik yerine Aryan ırk kökeni ve Antik İran mirası ikame edilmiştir. Yazar, Rıza Şah’ın otoriter uygulamalarının halkın çeşitli kesimlerinde rahatsızlık yarattığına dikkat çeker. Şah, nihayet Nazi Almanya’sına yakınlığı sebebiyle 1939 yılında Müttefikler tarafından tahttan indirilir. Babasından sonra tahta geçen Muhammed Rıza Şah ise iktidarını bir süre İran siyasetindeki diğer aktörlerle paylaşmak durumunda kalmıştır. 1953 yılında İran petrolünü millîleştirmek isteyen Başbakan Muhammed Musaddık’a yapılan CIA destekli darbe ile iktidarını sağlamlaştırır. Yazarın Muhammed Rıza Şah Dönemi’nde dikkat çektiği bir diğer gelişme Şah’ın “Beyaz Devrim” olarak adlandırdığı ve temeli köylüye toprak dağıtımına dayanan 1963’te başlayan bir dizi reformdur. Sosyal ve ekonomik iyileşmelere rağmen 1970’ler Şah’a muhafazakâr ve seküler çevrelerden gelen eleştirilerin tırmandığı yıllar olmuştur. Foltz, bu bölümde ağırlıklı olarak siyasi gelişmelere yer vermiş olsa da İran’da edebiyat, sinema ve sanat alanlarında yaşanan değişimlere de değinir.
Kitabın “İran İslam Cumhuriyeti (1979-Günümüz)” başlıklı sekizinci ve son bölümünde İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan Hasan Ruhani Dönemi’ne kadarki gelişmeler ele alınır. Yazar, 1980’li yıllara İran-Irak Savaşı ve İran İslam Cumhuriyeti’nin kurumlarını oluşturma çabasının damga vurduğunu belirtir. 1989 yılında Ali Hamenei’nin rehber olmasıyla cumhurbaşkanlığı makamına oturan Haşimi Rafsancani’nin 1990’lı yılların ortalarına kadar muhafazakâr bir reform programı uyguladığını ifade eder. Söz konusu program, sosyal açıdan ciddi bir değişim vazetmemekle birlikte İran ekonomisini serbest piyasa koşullarına göre düzenlemeyi amaçlamaktaydı. Ne var ki bu iyi niyetli çabalar, İran’a karşı 1995 yılında başlatılan yaptırımlarla birlikte istenen sonucu vermekten uzaklaşmıştır. Foltz, 1990’lı yıllardan itibaren başlarda Devrim’i destekleyen İslamcı entelektüellerin bir kısmının müesses nizama karşı eleştiri dozunu yükselttiğini söyler. Muhammed Hatemi’nin 1997-2005 yılları arasındaki iktidarının ise reformların müesses nizamın izin verdiği ölçüde yapılabildiği bir dönem olduğunu belirtir. Siyasi gelişmelerin dışında, 1990’lı yıllarla birlikte İran sinemasının dünyada dikkat çekmeye başladığının altını çizer. Mahmud Ahmedinejad Dönemi’ni ve Ruhani hükûmetinin ilk yıllarını kısaca değerlendiren yazar son söz olarak, İran dünyasının 18. yüzyılda Afganların bağımsızlığıyla parçalandığını ancak Nevruz gibi kültürel değerlerin ortak tarihî mirası canlı tuttuğunu vurgular.
Yazarın İran kavramına yüklediği anlam üzerinde durmak gerekir. İran kavramı kitabın genelinde bugünkü siyasi sınırlarının ötesinde Balkanlar’dan Çin’e uzanan bir kültürü tasvir için kullanılır. Foltz ayrıca kitabın ön sözünde kendilerini bugün İran’dan ayrı tutan Tacikistan ve Afganistan’ı da İran devleti olarak saymıştır. Buna kanıt olarak bu ülkelerde Farsçanın yaygınlığı ve halklarının “kültürel olarak İranlı” olmalarını gösterir. Yazarın İran kavramına ve kimliğine bu yaklaşımı tartışmalı olsa da elbette kitabın çok kısa bir sayfada başardığı anlatım gücünü gölgelememektedir. Kitap Türkçeye akıcı bir dil ile kazandırılmış olsa da tercümede birtakım problemler bulunmaktadır. Örnek olarak “Persian” kelimesi kitabın farklı yerlerinde “Pers”, “Farisi”, “Fars” olarak çevrilmiş bu kelimenin çevirisinde herhangi bir tutarlılık gözetilmediği görülmüştür. Söz gelimi Gazneli Mahmut “Fars kültürünün muhafızı” (s. 69) olurken; yazarın bugünkü Afgan, Tacik ve Kürtlerden bahsettiği bir kısımda (s. 122) “Persians” olarak nitelenen İranlılar, tercümede “Pers” olarak karşılanmıştır. Persian kelimesinin Türkçeye aktarımında yaşanan karmaşa, yalnızca bir çeviri meselesi olmayıp İran kimliğinin nasıl değerlendirileceğine dair İranlılar ve İran üzerine çalışan uzmanlar arasındaki kafa karışıklığını yansıtır.