Keşifler Çağında Hint-İran Seyahatleri 1400-1800
Keşifler Çağında Hint-İran Seyahatleri 1400-1800
Sanjay Subrahmanyam, Muzaffar Alam, Indo-Persian Travels in the Age of Discoveries, 1400-1800, Nihan Aksoy (Çev.), Albaraka Yayınları, 2021, 468 sayfa.
ISBN: 978-6257312530
Chicago Üniversitesi Güney Asya Dilleri ve Medeniyetleri Bölümünden Profesör Muzaffer Alam ve UCLA Tarih Bölümünden Profesör Sanjay Subrahmanyam tarafından 2007 yılında İngilizce olarak yayımlanan eser, 2021 yılında Türkçeye tercüme edilerek okurlarıyla buluştu. Osmanlı İmparatorluğu’ndan Güneydoğu Asya’ya uzanan bir kuşağı konu edinen yazarlar; 15. yüzyılın başından 18. yüzyılın sonuna kadar kaleme alınan sefernameleri/seyahatnameleri kapsamlı bir şekilde ele alarak karşılaştırmalı bir inceleme yapmayı hedeflemiştir.
Toplamda sekiz bölümden oluşan kitabın “Giriş: Pekin’den Boğaziçi’ne Seyahatname” adlı ilk bölümünde, kitabın cevap aradığı sorulara yer verilir. Seyahatname türünün Orta Çağ ve Erken Modern Dönem’de Batı’ya özgü olup olmadığı ve bu türün tarihsel süreçte farklı bağlamlardaki yeri ve öneminin ne olduğu kitap boyunca cevabı aranacak sorular olarak belirlenir. Ardından, Hint-İran ve Osmanlı coğrafyasında kaleme alınan seyahatnamelerin, 19. yüzyıla kadar hem kendi coğrafyasında hem de Avrupa’da hak ettiği ilgiyi görememiş olduğu tespiti yapılır ve bu durumun sebeplerine ilişkin bir tartışma yürütülür. Bu tartışmadan sonra yazarlar, kitabın metodolojisini açıklar. Seçilen metinler, Farsçanın yaygın kullanımı ve ortak edebî gelenek sebebiyle görece homojen bir kültür çevresinde kaleme alınmıştır. Bu nedenle metinler; üslup, ahenk ve tasavvur farklılıkları baz alınarak incelenmiştir. Bölüm, genel manada eril bir sesin hâkim olduğu Erken Modern Dönem’de ve sefername türünde bir istisna olan 17. yüzyılın sonunda Isfahan’dan Mekke’ye uzanan hac yolculuğunu 1.200 beyitle kaleme alan bir kadın seyyahın anlatısının incelenmesiyle son bulur.
“Timur’dan Behmenîlere: On Beşinci Yüzyılın Görünümü” adlı ikinci bölümde, farklı sebeplerle yolu Hindistan’a düşmüş olan bir şeyh ve bir elçinin seyahatnameleri ele alınır. İlk eserde Timur istilasından kaçmaya çalışan Sufi Şeyh Seyyid Muhammed’in seyahatnamesi işlenir. Fakat eser, Şeyh tarafından değil bir müridi tarafından yazılmış olması sebebiyle incelenen diğer eserlerden, birinci tekil şahıs anlatısı olmaması açısından farklılaşmaktadır. Eser, Şeyh’in 1398’de Delhi’den ayrılmasıyla başlamaktadır. Seyahatnamede; Şeyh’in öğrencilerine yazdığı mektuplarla bağlantılarını kullanarak birçok farklı şehirde rahatça konaklaması, vali ve prenslerle kurulan yakın ilişkiler, Şeyh’in müritlerinin çoğalması ve bir keramet kaleme alınmıştır. İncelenen diğer seyahatname ise Abdürrezzak adındaki Timurlu bir elçinin 1442’de Herat’tan yola çıkıp Hindistan’ın güneyindeki Vijayanagar İmparatorluğu’na kadar yaptığı seyahati konu alır. Bu iki eseri birbirinden farklı kılan en mühim nokta, ilk eserin taşranın durumuna ve manzarasına ilişkin takındığı kayıtsız tavırdır. Bu durum, kitabın yazarları tarafından “…bir kırmızı halıdan diğerine…” olarak tarif edilir ve Şeyh’in, kişisel bağlantıları sayesinde en az bir elçi kadar iyi ağırlanmasına dikkat çekilir.
Kitabın “Saraylı Karşılaşmalar” adlı üçüncü bölümünde, Seydi Ali Reis’in Miratü’l Memalik’i ile Mutribî adlı Semerkantlı bir şairin Hindistan yolculuğunu anlattığı eseri konu alınır. Seydi Ali Reis’in eseri; 1555’te kazara yolunun düştüğü Hindistan’ı, şiir ve çeşitli ilimlerdeki yeteneğini ve Osmanlı’nın bölgedeki prestijini kullanarak gördüğü ilgiyi ve İstanbul’a karadan dönüş yolculuğunu işler. Orta Asyalı bir şair olan Mutribî ise 17. yüzyılın başlarında Babürlü saraylarında hürmet görür. Orta Asya’dan saraya davet edilebilecek bilginlerden, Babürlü Hükümdarı Cihangir ile yaptığı Timur türbesinin mevcut hâline kadar farklı konulara ilişkin sohbetleri kitaplaştırır. Bu iki eserin ortak noktası; seyyahların saray haricindeki kurum ve kişileri anlamlandırmaya pek yer vermemeleri ve bulundukları bu yeni ortamda iletişim kurmadaki kolaylığı yansıtmalarıdır. Alam ve Subrahmanyam; Avrupalı seyyah gruplarının, Babürlü Sarayı’nı ve Cihangir’i çoğunlukla olumsuz betimlemelerini bu coğrafyadaki kurumlara ve kültüre (ör. doğaçlama şiir üretmek) olan yabancılıklarına bağlar.
“Diyar-ı Acâib” adlı dördüncü bölümde, farklılıklara yaklaşım konusu derinlemesine bir tartışmaya tabi tutulur. Bu bölümde, seyahat edilen coğrafyalara hissedilen duyguların yalnızca hayranlık veya nefret olmadığını okuyucuya göstermek amaçlanır. Bu kısımda ele alınan ilk seyahat eseri, saraylılara yakın bir edebiyatçı olan Mahmut Veli Belhî’ye aittir. Belhî, 1625’te Belh’ten başlayıp Sri Lanka’ya kadar uzanan rotasında karşılaştığı -ve kimilerinde bizzat bulunduğu- Hindu ibadetlerini ve tapınaklarını önce yumuşayan; daha sonra araya mesafe koyan bir tavırla tüm detaylarıyla aktarır. Ele alınan diğer seyahatname ise 1685’te Safevi İran’ından Tayland Kralı Narai’ye gönderilen elçilik heyetinin kâtibi olan Muhammed Rabi’ye aittir. Belhî’nin aksine Rabi’nin eserinde herhangi bir yumuşak tavır görülmemektedir. Tayland’da yaşayan İranlılar ve onlarla irtibattaki kral hariç bölge halkına, yemeklere ve müziğe karşı yoğun bir küçümseme ve hoşnutsuzluk hâli görülür. Yazarlar, bu seyahatnameleri irdeledikten sonra üç hususa vurgu yapar. İlk vurgu, seyahatnamelerin tek tipleştirilmek için oldukça çeşitlilik ihtiva etmeleri üzerine yapılmıştır. İkinci olarak Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya uzanan kuşağın, Avrupa müdahalesinden önce yaşadığı varsayılan kültürel, ticari birlik ve beraberlik dünyasının pek de gerçekçi olmadığı vurgulanır. Son olarak ise kültürel hiyerarşi fikrinin ve garip olana merakın yalnızca Avrupa’yla sınırlı olmadığına işaret edilir.
“Cehennem Başkaları Olduğunda” adlı beşinci bölüm; okuyucuyu 17. yüzyıldan 18. yüzyıla taşıyıp, Babürlü Hindistanı’nda seyahatin ifade ettiği anlamda yaşanan değişimi ortaya koymaya çalışmaktadır. İlk kısımda 1670’te İran’dan ayrılıp Necef ve Kûfe gibi şehirleri ziyaret ettikten sonra rotasını Hindistan olarak belirleyen Müfîd adlı bir seyyahın anlatısına odaklanılır. Müfîd’in ne yolculuğu ne de Hindistan’daki işleri yolunda gider. Bu hayal kırıklığı hâlihazırda karamsar olan ruh hâliyle birleşerek Hint topraklarında erdem ve insaniyet durumuyla ilgili yaptığı olumsuz yorumlarla dolu bir seyahat anlatısında tecessüm eder. Oysa bu kötü deneyimden yaklaşık yirmi sene önce benzer bir seyahati gerçekleştiren şair Abdullah Sânî, kolayca bir şehzadenin hizmetine girmiş uzun bir süre de Hindistan’da kalmıştı. Alam ve Subrahmanyam bu iki tezat maceranın sebebi olarak müelliflerin kişisel özelliklerine ek olarak Hindistan’da artan güçleriyle öne çıkan Rajput elitlerinin ve yerli Müslümanların, orada meskûn İranlı elit zümresinin durumunda yarattığı olumsuz etkiyi de göz önünde bulundurmak gerektiğine dikkat çeker. Bu bozulmanın yanı sıra 18. yüzyılın ortalarına doğru Nadir Şah’ın Hindistan’ı işgaliyle İranlıların zihin dünyasındaki güçlü Hindistan düşüncesi de sarsılır. Kitabın yazarları, bu bağlamda İran’dan Hindistan’a göç fikri ışıltısının artık gözleri o kadar da kamaştırmadığının altını çizer.
Kitabın “Batı’nın Aynası” adlı altıncı bölümüne kadar Hindistan’a ve yakın coğrafyalara yapılan seyahatler ele alınır. Altıncı bölümden itibaren Hindistan’dan Batı’ya yapılan seyahatlerin incelenmesi amaçlanır. Özellikle 18. yüzyılın ortalarından itibaren artan ve ardından eserler de bırakılmış bu seyahatlerde yazarların neyi önemseyip nasıl anlattıklarının tahlili, isabetli bir karşılaştırma yapmak adına mühimdir. Bu bölümde incelenen “Beyân-ı Vâki” adlı eserin yazarı Şahcihanâbâdlı Hâce Abdülkerîm Şehristânî’dir. Hacca gitme niyetinde olan Şehristânî, 1739’da Hindistan’dan dönen Nadir Şah’a katılır. Eserde bu seyahatin yanı sıra Nadir Şah’ın hayatı, seferleri ve Hindistan’ın işgali de işlenir. Bir “gerileme anlatısı” olarak da ele alınabilecek pasajlar içeren eserde, Hindistan’ın güçsüz düşmesine sebep olarak “avamın soyluya üstün gelmesi” gösterilir. Yine de Hindistan’ın daha önce seyahat ettiği coğrafyalara kıyasla zengin olduğu belirtilir ve buna sebep olarak Avrupa ile yapılan ticaret gösterilir. Alam ve Subrahmanyam; Hint coğrafyasından doğrudan Avrupa’ya yapılan yolculukları konu alan seyahatnamelerin nispeten tek yönlü tavrına karşın “yakın” seyahatnamelerde, dönüşen ve iç içe geçmiş farklı duygu ve düşüncelerin bir araya geldiğini vurgulayarak bölümü sonlandırır.
“Rum’a Açılan Uzun Yol” adlı yedinci bölümde Hindistan-Osmanlı seyahat ilişkileri incelenir. Bu seyahatlerin doğası hakkında bazı çıkarımlar yapılır. Osmanlılar ve Babürlüler arasındaki ilişkiler esasen Safevilere düşmanlık ve hacı meseleleri etrafında şekillenen canlı ilişkilerdir. Buna rağmen ilginçtir ki birkaç istisna dışında 18. yüzyıla kadar Hint coğrafyasından Osmanlı coğrafyasına yapılan seyahatlerin -en azından bizlere ulaşan seyahatnamelerin- bolluğundan bahsetmek mümkün değildir. 1785’te Meysûr Sultanı Tîpû Sultan tarafından I. Abdülhamid’e gönderilen elçilik heyetinden Hâce Abdülkadir’in “Vekâyi-i Menâzil-i Rûm” adlı eseri, bu sessizlik içinde önem arz eder. Bu esere göre Osmanlı’dan askerî yardım ve ticaretin artırılması talep edilecek; yol üzerinde olan şehirlerin pazarındaki ürünlerin fiyatları, şehirlerin üretim kapasiteleri ve ticaretlerine dair detaylı listeler hazırlanacaktır. Seyahatnamelerin temel özelliklerinden biri olan “acayip olayların toplanıp aktarılması” meselesine bu eserde de rastlanır. Ancak bu olayların konusunu egzotiklik değil dinî hikayeler oluşturur. Kitabın yazarları bu noktada; Osmanlı’dan ve İran’dan Hindistan’a gelen seyyahların, burada bir hac mekânı olmaması sebebiyle görece seküler anlatılara karşın Hindistan coğrafyasından Osmanlı ve İran topraklarına yapılan seyahatlerin dinen daha yüklü eserlere dönüştüğü tespitini yapar. Bir diğer dikkate değer husus, Meysûr’dan Osmanlı sultanına yazılan mektup, halifelikten bahsetmese de bir üst makama yazılmış hissi uyandırır. Benzer şekilde verilen yanıt da bir eşitten ziyade bir soyluya hitaben yazılmış bir metni anımsatır. Yazarlar, bu noktada dinî referanslı üstünlük iddiaları dışındaki hiyerarşi oluşturma çabalarına dikkat çeker.
Kitabın “Erken Modern Dönemde Seyahat” adlı son bölümünde ise Avrupa’dan söz konusu coğrafyalara yapılan seyahatlerin işlendiği birkaç eserin detaylarına yer verilir. Ardından Avrupa’daki seyahatname geleneği ile bu kitapta incelenen Hint-İran coğrafyasındaki seyahatname geleneği kıyaslanır. Matbaa unsuru, Avrupa seyahatnamelerini; eserlerin ulaştığı kitleyi çeşitlendirmesi ve üretim ile dolaşım pratiklerini kökten etkilemesi bakımından bu unsura sahip olmayan Hint-İran geleneğinden ayırmaktadır. Bununla birlikte Farsçanın 1750’lere kadar yaygın kullanımının birleştirici etkisiyle Hint-İran coğrafyasında üretilen seyahatnameler seyyahlar tarafından okunabiliyor; bu birleştirici güç, külliyattaki diğer eserlere çokça atıf yapma şansını yazarlara tanıyordu. Hint-İran seyahatname külliyatı; atıf yapılan şairler, edebî gelenek, kuvvetli ön yargılar ve genel çerçeve bakımından benzeşir. Ancak bu külliyat, benzerliklerinin yanında tasavvur, üslup ve farklılıklara yaklaşım noktasında değişen deneyim ve düşüncelerle örülmüştür. Bu külliyatın paydaşları olan eserlerin her biri kendine hastır ve ancak birlikte okunarak anlaşılabilecek bir dünya teşkil ederler.
Erken Modern Dönem, Avrupa adına bir “keşifler çağı” olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı, İran yahut Babürlü coğrafyasındaki kimseler için de bir sessizlik çağı olmadığı kitap boyunca işlenen ana temalardan biridir. Merak ve acayip olana ilgi, bu coğrafyada da mevcut hasletlerdi. Bu eserler ortak bir kültürel çevrenin ürünleri olan Babürlü saraylarını, hac yolculuklarını, birçok tehlike barındıran deniz seyahatlerini ve farklı kültürlerle olan karşılaşmaları işlemektedir. Bu kitabı okuyucularla buluşturan Alam ve Subrahmanyam; üslup, algı ve farklılıklara bakış açıları bakımından gözlenen canlılık ve çeşitliliğe vurgu yapmaktadır. Bu çerçevede kitabın amacının, basitleştirme ve genellemelerden mümkün olduğunca uzak kalarak benzerlikler ve farklılıklar dünyasında okuyucuyu bir seyahate çıkarmak olduğu söylenebilir.