Körfez’deki Kriz İran’da Siyaset Alanını Daraltıyor

Körfez’deki Kriz İran’da Siyaset Alanını Daraltıyor
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

İran’ın Devrim Rehberi Ali Hamaney’in 14 Mayıs 2019’da devlet yetkilileriyle yaptığı görüşmede, ülkesinin ABD ile yaşadığı gergin sürece ilişkin sarf ettiği “ne müzakere olacak ne de savaş” şeklindeki ifadeler birçok açıdan önemliydi.

Hamaney’in açıklamasının öncelikli olarak, Mayıs 2018’de ülkesini nükleer anlaşmadan çekmesini müteakip İran’ı yeni bir müzakere için masaya oturtmak amacıyla çeşitli baskı unsurlarını devreye sokan Trump yönetimini hedef aldığı ortada. Zira ABD Başkanı Trump, kendilerinin uyguladığı/uygulayacağı “tarihte görülmemiş sertlikteki” yaptırımlara İran’ın dayanamayacağı ve kendisini arayarak müzakere masasına oturmak isteyeceği konusunda bir yılı aşkın süredir iddialı.

Ağustos 2018’de başlayarak aynı yılın kasım ayında ivmelenen ve 2019’un geride kalan aylarında da hız kesmeyen yaptırımlar silsilesi tam da bu amacı güdüyor. Hamaney’in açıklamasının Umman Körfezi’nde bulunan BAE’ye bağlı Fuceyra Limanı’nda dört gemiyi hedef alan ve arkasında İran’ın olduğu iddia edilen saldırılardan yalnızca iki gün sonra gelmesi de manidar. Takip eden süreçte ABD ve bazı ülkelerden bu saldırıların sorumluluğunu İran’a yıkan açıklamalar geldiği de not edilmelidir. Bu açıklamalara, Trump’ın yakın ekibinde yer alan Dışişleri Bakanı Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’ın, müzakere masasına oturmaması durumunda İran’ı bekleyen sonuçlara yönelik arkası gelmeyen tehditlerini de eklemek gerekir. Tüm bu arka plan Hamaney’in söz konusu konuşmasındaki şu ifadeleri anlaşılır hale getiriyor: “Ülke içinde bazıları ‘müzakere etmenin nesi yanlış?’ diyorlar. Müzakere, ABD şu an olduğu devlet olmayı sürdürdükçe zehirdir ve mevcut ABD yönetimiyle görüşmek katmerli zehirdir. Müzakere demek karşılıklı muamele ve alışveriş demektir ama Amerika’nın gözü bizim güç unsurlarımızdadır.”

Burada ironik olan nokta, ABD’nin tehditkâr tavrı başladı başlayalı İran’da üst düzey hemen hiçbir ismin açıkça “ABD ile müzakere edelim” dememiş olmasıdır. Dahası ABD ile açılım yanlısı olan eski cumhurbaşkanı reformist Hatemi ve hatta mevcut ılımlı Cumhurbaşkanı Ruhani dahi bu koşullarda müzakere etmenin zül olacağı yönünde kanaat serdetmişlerdir. Hamaney’in konuşmasında daha az anlaşılır olan ise, Trump yönetiminin yukarıdaki tehditleri savurduğu günlerde dahi çeşitli defalar ABD’nin İran’la savaş istemediğini belirtmesine rağmen Hamaney’in ifadelerinde geçen “ne de savaş” bölümüdür. Trump’ın zaman zaman “İran’a karşı askeri müdahale dâhil bütün seçenekler masada” meyanındaki açıklamalarının bu söyleme neden olduğu düşünülebilirse de esasen Hamaney’in bu ifadelerinin iki muhatabı var. Hamaney, zımnen Trump’a hitap etmiş ve ülkesinin savaşı ilk başlatan taraf olmayacağı mesajını tekrar ve en üst düzeyde vermiştir. İran Devrim Rehberi’nin öncelikli muhatabını ise ülke içinde aramak gerekir. Savaş olasılığına ilişkin Hamaney şöyle demişti: “Bu demek değildir ki işin sonunda savaş çıkacak ki zaten çıkmayacak. Zira biz savaş peşinde olmadığımız gibi savaş onların [ABD’nin] işine de gelmeyecektir”. Hamaney’in üstü örtülü olarak ifade ettiği şey aslında ülke içinde müzakere isteyenler olduğu gibi savaş isteyenlerin de olduğudur. Peki, İran’da savaşı kim istiyor?

"Dayatılan savaş"

Fuceyre saldırıları, 13 Haziran’da yine Umman Körfezi’nde iki tankere düzenlenen saldırı ve son olarak 20 Haziran’da İran Devrim Muhafızlarının ABD’ye ait bir insansız hava aracını düşürmesi ABD-İran gerilimini had safhaya ulaştırdı. Nitekim son günlerde Trump’tan İran’a yönelik sert açıklamalar geldiği gibi ABD yaptırımlara temel olarak Hameney’i hedef alan yenilerini de ekledi. Diğer yandan, Pompeo da Ortadoğu turlarına bir yenisini daha ekleyerek hâlihazırda ABD’nin Ortadoğu’daki İran karşıtı paydaşlarıyla görüşmek üzere bölgede bulunuyor. Sürecin İran açısından nereye evirileceği ise Hamaney’e bağlı. Dış politikada pragmatist ancak söylem bazında tutucu bir tavır takip eden Hamaney’in kendi bilgisi dışında bir oldubitti ile karşılaşmaktan çekindiği de varsayılabilir. 1980 yılında İran-Irak Savaşı patlak verdiğinde İran, bu savaşı “dayatılan savaş” (ceng-i tahmili) ve “kutsal direniş” (defa-i mukaddes) olarak tanımlamış ve savaş boyunca da ahlaki üstünlük iddiasından geri durmamıştı. Humeyni 1988 yılında savaşı bitiren 598 sayılı BM kararını kabul ederken de “zehir yutarak” bu ateşkesi imzaladığını ifade etmişti. Bu yaklaşım, takip eden yıllarda da dış politika söylemini oluşturdu ve İran gerek füze savunma sisteminin gerekse de bölgede “Direniş Ekseni” adını verdiği vekil güçlerinin varlığını bu “savunma” tezine dayandırdı. Ancak bu yaklaşım büyük ölçüde devrim nesli olan ve hâlihazırda altmış yaş civarında bulunan yetkililer için geçerli. Bu isimler arasında dahi daha şahin ve “ön alıcı” hamlelerden yana olanlar bulunduğu gibi sistem içinde daha genç yaşta olanların daha cüretkâr olduğu söylenebilir. Örneğin, artık en üst kademesi değilse de alt kademeleri gençleşmiş olan Devrim Muhafızları arasında yeni bir “dava” ve varlık nedeni ve bunlara bağlı olarak prestij arayışında olanlar var. Kendisi bizatihi devrimin ve savaşın olağanüstü koşullarında kurulmuş olan Devrim Muhafızları ordusu, sürekli siyasi ve iktisadi tasarrufları nedeniyle ülkede belirli çevrelerin eleştiri konusu olmaktadır. Milli güvenliğe dönük belirgin bir tehdit ortaya çıktığında ise bu ordu varlık nedenini sergileme imkânı bulmakta. Bu nedenle, fiili bir savaş değilse de sürekli olarak “dayatılan” bir savaş ve saldırı tehdidi Devrim Muhafızlarına nefes aldırmaktadır. Nitekim 2015 yılında nükleer anlaşmanın imzalanmasını müteakip Cumhurbaşkanı Ruhani bu anlaşma sayesinde İran’ın daha güvenli bir ülke olduğunu savununca buna cevap vermekte gecikmeyen Devrim Muhafızları Komutanı ülke güvenliğinin kendi gayret ve cesaretleriyle sağlandığını vurgulamıştı.

Daralan siyaset

İran Devrimini yapanlar içindeki Humeyni taraftarlarına ve devrimin bağlılarına göre yarının İran toplumu bugünden daha iyi, daha gelişmiş, dini değerlere daha fazla sarılmış ve devrim değerlerini daha fazla özümsemiş bir toplum olacaktı. Eğitimin ilk safhalarından kamusal yaşamın her köşesine kadar her alanda öne çıkarılan bu ülkü, zamanla toplumun belirli kesimleri için anlamını yitirdi. İstihdam, ekonomik kalkınma, insan hakları, teknoloji vb. konularının konuşulduğu bir dünyada “devrim değerleri” denilen ve özünde muhafazakâr siyasetin aracı durumunda olan hedefler, genç İranlılar arasında daha az ilgi görmeye başladı. Bu durumun özellikle 1997’de Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından siyasete yansımaları, günümüze kadar kapanmayan ve kapanması mümkün bir kapıyı araladı. İran’ın ABD dâhil uluslararası toplumla olabildiğince iyi geçinmesi ve bu sayede doğal kaynaklarıyla uyumlu bir ekonomik gelişme sağlayabilmesini amaçlayan bu siyasi yörünge ülkede önemli bir kesimi farklı şekilde siyasallaştırdı. Hâlihazırda ılımlı Ruhani’nin taşıdığı bu siyasi mirasın devamı için İran’ın bir çatışmanın tarafı olmaması ve özellikle de ABD baskısının hafiflemesi önem arz ediyor. Tam da bu nedenle, 2013’te seçilir seçilmez Ruhani’nin ilk işlerinden biri ABD ile gizli yürütülen nükleer müzakerelere hız vermek olmuştu.

Hamaney ve ona yakın olanların bu husustaki konumu ise kuşkulu bir pragmatizmden öte gitmemiş ve onların zihinlerinde nükleer anlaşma her zaman pamuk ipliğine bağlı kalmıştı. Dolayısıyla, bu kesimlerin hâlihazırda var olan gergin ortamdan rahatsız olduğunu söylemek zor. Nitekim ABD ile ipler iyice gerildiğinden beri Ruhani’nin daha az açıklama yaptığı ve daha geri planda kaldığı görülmektedir. Hamaney’in, selefi Ayetullah Humeyni’nin yapmadığını yaparak geriye ABD’ye taviz vermiş bir İran bırakmak istemeyeceği aşikârdır. Hamaney’e göre, böyle bir yönelim ülkeyi askeri ve ekonomik açıdan dış etkiye açık hale getireceği gibi kültürel anlamda da zehirleyecektir. Özünde çağın getirdiği ve büyük oranda ABD’nin sahip olduğu teknolojik gelişmeleri dışlamasa de tutucu ve sert yönleriyle öne çıkan bu yaklaşım birçok anlamda toplumsal gerçekliğini de hızla yitirmektedir. Tam da bu nedenlerle, ortaya çıkaracağı tartışmasız olan siyasi, ekonomik ve toplumsal krizler sebebiyle, stratejik noktaları ve teknolojik altyapıları saldırıya uğramış bir İran muhafazakârların kabusu ise de sürekli bir ABD baskısı altındaki İran için aynı şey geçerli değil.

ABD’ye ait insansız hava aracının vurulması ve İranlı yetkililerin bu operasyonun ülkenin hava sahasında gerçekleştirildiğini belirtmesi belki de gerilimin kontrollü şekilde yürütüldüğünün en bariz örneği. Bir sonraki aşamada ise, ABD’nin öngörülebilir bir gelecekte kendilerine saldırmakta kararlı olduğu kanaatine varması durumunda İran’ın bu savaşı henüz ekonomik yaptırımlar altında çok fazla ezilmemişken yapmayı yeğleyeceği söylenebilir. Her halükarda, mevcut koşullar Hamaney’in ve Devrim Muhafızlarının başı çekeceği bir zemin ortaya çıkarmıştır. Ruhani hükümetinin Petrol Bakanı Zengene geçtiğimiz haftalarda mevcut koşulların İran-Irak Savaşı dönemindekinden dahi daha çetin olduğunu ifade etmişti. Bundan hareketle, Hamaney’i de en az o dönemki kadar çetin bir sınavın beklediği söylenebilir. İranlı yetkililerin ABD’nin kendilerine karşı fiili bir askeri saldırıya girişmeyeceği yönünde manidar bir özgüvenlerinin olduğu görülüyor. Ne var ki, fiili savaş olsun ya da olmasın ülkenin siyasal alanındaki daralma sürecek ve ihtimal ki İran geçmişte örnekleri görüldüğü üzere yine ülkedeki reformist kesimlerin seçim boykotları ve meşru siyasal alanın daralması gibi sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Belki de ABD’nin İran’a vermek istediği zarar tam da budur.


Bu makale ilk olarak 25.6.2019 tarihinde Anadolu Ajansında (AA) yayımlanmıştır.

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/korfezdeki-kriz-iranda-siyaset-alanini-daraltiyor/1515133