İran’ı Kuşatma Politikasının Esnek Hukuku

İran’ı Kuşatma Politikasının Esnek Hukuku
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

11 Eylül terör saldırılarının ardından bir İran televizyonunda yaptığım yorumlarda ABD’nin bu olay karşısında uluslararası sistemdeki rakip güçlere meydan okumak için üç aşamalı bir tepki vereceğini belirtmiştim. Değerlendirmelerime göre, ABD ilk aşamada Afganistan'daki Taliban rejimini yıkacak ve ikinci aşamada bunu Ortadoğu'daki müesses nizamlarda yapılacak bir dizi büyük reform takip edecekti. Bu ikinci aşamanın ilk safhası Irak’ta Baas Partisinin ve Saddam Hüseyin’in devrilişi, son safhası ise muhtemelen İran İslam Cumhuriyeti’nin tasfiyesi olacaktı. Öngörülerime göre ikinci aşamanın iki evresi arasında, Suriye, Libya ve Suudi Arabistan’ın siyasi kurumları dönüştürülecekti. ABD’nin 11 Eylül’e tepkisinin üçüncü aşaması ise Çin’in kuşatılması olacaktı.

Her aşamanın kendi mantığı ve temel dinamikleri vardı. Sovyetler Birliği’nin dağılması, daha önce Sovyet etkisinde olan bölgeleri Amerikan etkisine açık hale getirmişti. Bu noktada, 2000’li yılların başında ABD’de dönemin Colorado Senatörü Ben Campbell’ın sunduğu tasarının ABD’nin Afganistan’daki niyetini açık şekilde ortaya koyduğunu belirtmek gerekmektedir. Tasarıya göre ABD, Afganistan’daki Taliban rejimini devirmeli ve Zahir Şah’tan ülkenin liderliğini üstlenmeden Büyük Şura (Loya Jirga) hükümetini kurmasını istemeliydi.

ABD söz konusu üç aşamayı uygulamak için birbirine bağlı üç güç olarak sert güç, yumuşak güç ve esnek hukukun mantıksal bir sekansını benimsedi. Sert güç, teknolojiye, kesinliğe ve savaşın kurumsallaşmasına dayanan ve Kosova, Irak ve bir dereceye kadar Afganistan’daki ABD operasyonlarında belirgin bir etkinlikte yürütülmüş olan Askeri Devrim, (Revolution in Military Affairs/RMA), şeklinde tezahür etmişti. Oradaki savaşın asimetrik doğasından dolayı Afganistan’da RMA’nın gücünün sınırlı olduğu da görülmüştü.

Kosova, Afganistan ve Irak’taki sert güç kullanımı Libya ve İran gibi ABD planının ikinci safhasındaki hedef devletlerin politika yapıcılarının tavır değişikliğinde belirleyici bir rol oynadı. Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından İran, kısmen RMA’yı kışkırtmamak için ancak büyük ölçüde İran’da ABD sempatizanı ve bağlantılı bürokratik güçlerin sisteme uyguladığı baskısından dolayı 2003 yılında silahlanma iştahını kaybetti. 1980’lerde New York’ta ağırdan ancak büyük bir kararlılıkla teşekkül eden bu baskı grubu, İran’ı silahsızlandırma politikasının temelini atmış ve İran’a karşı güç zincirinin diğer halkasının yani kendisini esnek hukuk suretinde gösterecek olan yumuşak gücün önünü açmıştı. Bu esnek hukuk da ortaya İran için güvenlik, ekonomi ve kültür açmazı çıkaran bir dik üçgen çıkardı. Üçgenin düz açısı, yani güvenlik, nükleer anlaşma olarak da bilinen Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) ve Amerika’nın Düşmanlarına Yaptırımlarla Karşılık Verme Yasası (CAATSA) marifetiyle kontrol ve kuşatma altına alındı. Diğer iki açı olan ekonomi ve kültür alanlarının kuşatılması ise sırasıyla İran Yaptırımları Yasası / Mali Eylem Görev Gücü (ISA/FATF) ile ve ABD Kongresi destekli yabancı basın organlarına yansıyan ve bazı bölümleri ABD Kongresinin muhtelif tasarılarında görülen ifadelerle sağlandı.

Bütün bu esnek hukuk kütleleri bir nükleer hukuk çerçevesi ihdas etmiştir. KOEP’in ortaya çıkışına dolaylı olarak yol açan arabuluculuk konusundaki bu türden bir çerçevenin kökeni ABD’nin o dönem Dışişleri Bakanı olan Cordus Hull’un 1939’da Meksika hükümetinden “tam tazminat” talebinde bulunan ve ABD’nin “tam, hızlı ve yeterli tazminat” formülünü devreye sokan mektubuna kadar götürülebilir. Meksika, talebi toplu ödemelerle karşılamışsa da bu formül daha sonra gelişmekte olan ülkelerle yapılan çeşitli dostluk anlaşmalarına da izafe edilmişti. Bu anlaşmalardan birisi de Tahran’daki rehine krizini müteakip Cezayir Deklarasyonu uyarınca Lahey’de kurulan İran-ABD İddiaları Hakem Mahkemesinde uygulanan İran-ABD Dostluk Anlaşmasıydı. Formüldeki sorunsa “tam tazminat” ilkesindeki “tamın” nasıl olacağına karar vermekti.

Uluslararası silah kontrolü literatürü, sıfatı yani “tam” sözcüğünü aldı “tazminat” kavramını terk etti ve onun yerine “iş birliği” kavramını benimsedi. Ez cümle, ortaya çıkan “tam iş birliği” ifadesi, üye devletlerin izleme, denetim ve dokunulmazlık rejimlerini içeren silah kontrolü anlaşmalarına tam olarak uymalarını şart koştu. Bu bağlamda, sırasıyla Irak ve İran hakkında çok sayıda Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı raporundan ve BM Güvenlik Konseyi Kararlarından söz edilebilir. Sonuç olarak, İran’ın sınırsız iş birliğinin bir parçası olarak KOEP’e eksiksiz uyması gerekmiştir. Örneğin, füzelerin teftişi ve sökülmesi gibi alanlarda Irak’ın silah kontrolündeki iş birliği Saddam Hüseyin devrilene kadar tam olarak sona ermemişti. Libya da aynı senaryoyu yaşamıştı. İnsanların öngörüleri büyük ölçüde deneyimlerine dayanır. Peki, kendini KOEP’le daha önce görülmemiş bir izleme, denetim ve dokunulmazlık sistemine bağlamış olan İran’ın tam iş birliği formülüne uymama imkânı var mıdır?

Nükleer anlaşmanın ikinci bir kökeni de 1995 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasının (NPT) sınırsız temdidinde ve bahsi geçen ABD sempatizanı ve bağlantılı New York merkezli bürokratik güçlerin imzalanmasının üzerinden 32 yıl geçmişken hâlâ etkisizliğini sürdüren 1996 tarihli Kapsamlı Nükleer Deneme Yasağı Anlaşmasına (CTBT) alelacele imza atarak katılmasında bulunabilir. Ne var ki o dönemde bu etkisiz anlaşmayla İran’a Viyana’daki CTBTO’ya patlama veri ve bilgilerini aktarmak üzere üç adet yüksek teknolojiye sahip teftiş sistemi yerleştirilmiş ve bu sistemler ABD ve diğer ülkelerdeki karar alıcılara İran’ın nükleer faaliyetini canlı ve bağımsız bir kanaldan izleme fırsatı sunmuştu. Bu sistemler ülkeye İran Parlamentosunun onayı olmaksızın yerleştirilmiştir ki bu İslam Cumhuriyeti Anayasasının açık ihlali anlamına gelmektedir.

Herhangi bir anlaşma ya da sistemde, ilkeler taraf devletlerin davranışlarına ilişkin hedef ve normları vaz ederken kurallar, tarafların anlaşmanın ya da sistemin amaç ve hedeflerini gerçekleştirmek için nasıl ve hangi şartlar altında hareket etmeleri gerektiğini ortaya koyar.

Anlaşma metninde açıkça ifade edildiği üzere KOEP uyarınca İran, sonsuza dek ve yekten tüm nükleer silahlardan mahrumdur. Anlaşmada taraf ülke “İran” olarak zikredilmiş ve İran İslam Cumhuriyeti ile tahdit edilmemiştir. Anlaşmanın “İran” devletine herhangi bir ad altında yüklediği sorumluluğunun yanı sıra metni yazanlar anlaşmanın İran İslam Cumhuriyeti gelecekte bir rejim değişikliğine uğrasa ve devlet yeni bir ad benimsese bile bu devletin silahsızlandırılmasını temin edecek şekilde kaleme alınması için azami ihtiyatı elden bırakmamışlardır. KOEP’in bu hedeflerine diğer esnek hukuk kütlelerininkilerini de eklemek gerekir. Zira amaçları itibariyle CAATSA, ISA ve FATF, KOEP’ten farksızdır.

CAATSA, ISA, FATF ve KEOP’in dilleri yakından incelendiğinde bunların İran devletini, yerine yerleşik başka bir idare koymaksızın zayıflatmaya yönelik karışık bir seri esnek hukuk metni olarak tanımlandıkları görülmektedir. Biraz daha ileri giderek, bütün bu anlaşmaların aynı yolun yolcusu olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle, bu anlaşmaların ortak paydalarına işaret etmek yerinde olacaktır.

CAATSA, özünde Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) sözde terör faaliyetleriyle ilgilidir ve DMO’nun her bir üyesi hakkında sert yaptırımlar içerir. ISA üç alanda İran’a yüklenir: insan hakları, kitle imha silahları (KİS) ve terör. FATF kara para aklama ve yanı sıra KİS ve terör konusunu kapsar. Toplamda bu metinlerin hepsi İran’ın hayatta kalma stratejisini hedef alan bir karışık esnek hukuk bütünü oluşturmaktadır. Bu esnek hukuk unsurlarının hepsinin bir üçgen şeklinde ortaya çıktığı da açıktır. Bu tarz bir hayatta kalma stratejisinin de güvenlik, ekonomi ve kültürden oluşan bir dik üçgen şeklinde resmedilebileceği izahtan varestedir. Her ne kadar İran’ın kültürel alanı ABD destekli kitle iletişim araçlarının muazzam baskısı altında olagelmişse de bizatihi kültürel güç İran’ın tavrını değiştirmeye yetmemiştir. Geride kalan kırk yıla yakın sürenin ardından İran ile ABD’nin İranlıların zihinlerini ve kalplerini kazanma rekabeti hâlâ sürmektedir. Bu nedenle ABD, İran rejimini değiştirmek için güvenlik, ekonomi ve kültür alanlarındaki yaptırımlardan müteşekkil bir dizi karışık esnek hukuk aracı kullanmaktadır.

Kuşkusuz bu esnek hukuk dizisinin en göze çarpan ve öne çıkan özelliği güvenlik alanındaki hedefidir ki bunun merkezinde de DMO’nun tasfiyesi bulunmaktadır. İran’ın barışı, güvenliği ve toprak bütünlüğü başat olarak DMO’ya bağlı olan değişkenlerdir. Farzımuhal, DMO barışçıl yollarla ya da güç kullanarak ortadan kaldırılsa, geriye İran’da ve Basra Körfezi’nde sükuneti sağlayacak pek bir idari mekanizma kalmaz. Obama yönetimi, KOEP marifetiyle İran’ı nükleer caydırıcılık araçlarından etmiş ve işin geri kalanını yani birincil, ikincil ve üçüncül yaptırımlar marifetiyle İran’ı konvansiyonel, asimetrik ve sibernetik caydırıcılık unsurlardan etmeyi ise Trump yönetimine bırakmıştır. Bu amaç doğrultusunda, akıllı yaptırımlar ya da boykot yasaları adı altında ülkedeki demokrasi ve insan haklarını yükseltmek için İran’ı cezalandıranlar, hedef aldıkları kitlenin birincil olarak yaşlı emeklilerden oluştuğunu bilmemekte mazurdurlar. Yaptırımların hedefindeki İran Nakliye Şirketi (IRISL) ve İran Ulusal Tanker Şirketi (NITC) gibi muhtelif İranlı kurum ve şirketler kısmen ya da tamamen İran Sosyal Güvenlik Kurumu’nun Shasta Holdinglerine aittir. Mevzubahis esnek hukuk kütleleri de öncelikli olarak İran’ın yoksul ve yaşlı emekli kesimlerini hedef almaktadır.

Ne var ki en öncelikli hedef yine de DMO’dur. DMO, İran’ın sert gücünün temel taşıdır ve ABD ve müttefiklerinin CAATSA, ISA, FATF ve KOEP kanalıyla onu zayıflatmaya çalışmasında şaşılacak bir şey yoktur. DMO açısından mesele İran’ın ulusal ve uluslararası yaşamında var olup olmamak yani barışçıl bir geçiş sürecinin ardından kâğıttan bir kaplan gibi berhava olmak ya da rakip güçlerle bir yıpratma savaşına girişmeye hazırlıklı olmaktır.

İlk seçenek kısa sürede İslam Devrimi’nin sonunu ve İran’da bir rejim değişikliğini getirecektir. Zira, İran’ın büyük ölçüde DMO ile özdeş olan ve DMO’nun sahip olduğu söylenen nükleer, konvansiyonel, akıllı ve asimetrik caydırıcılığının bulunmadığı bir ortamda ülkenin İslam Devrimi’ne devam etmek durumunda kalacağı aşikardır. Dahası, DMO’nun tasfiye edilmesi pasif bir rejim değişikliğine neden olmayacak tam tersine ülkede oluşacak bir iktidar boşluğu anarşi ve kaos için yeterli alanı açacaktır. İkinci seçenek, yani DMO’nun İran içindeki ve dışındaki hasım güçlerle yüzleşmeye karar vermesi, bütün Ortadoğu’yu sonuçları vahim bir belirsizlik ortamına sürükleyecektir.

Dolayısıyla mantıklı olan, ABD ve müttefiklerinin söz konusu esnek hukuk alanlarında revizyon ve yenileme yaparak İran’ın saygınlığını koruyacak bir çözüm bulmasıdır. Aksi takdirde, İran’daki mevcut kifayetsiz yönetim güvenlik meseleleriyle baş edemeyecek ve son kertede geri adım atmaya mahkûm kalacaktır. DMO son ana kadar savaşabilir. Amerika’nın geçmiş savaş tecrübeleri, yani RMA uygulaması, asimetrik savaşlarda etkisiz kalırken, DMO İran’da bir rejim değişikliğinden sonra dahi yer altında bir varlığa uyum sağlayabilir. Ortadoğu coğrafyası da akla gelmeyenin başa gelebileceğini hesap etmelidir: Bölgesel etnik fraksiyonlar arası yıpratma savaşları!

İşte İran’ın çökmesinin olası sonuçları bunlardır.

Peki, bu durumda İran çökmeli midir?

Doç. Dr. ​Abumohammad Asgarkhani Tahran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.

Bu makaledeki görüşler İRAM'ın editoryal politikasını yansıtmayabilir.