ABD’nin Kürt Politikası Ekseninde Suriye’de Güvenli Bölge Tartışmaları

ABD’nin Kürt Politikası Ekseninde Suriye’de Güvenli Bölge Tartışmaları
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

ABD Başkanı D. Trump’ın Suriye’den askerilerini çekmeye yönelik kararını açıklamasının ardından başlayan tartışmalar devam ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan'la yaptığı son telefon görüşmesinde Suriye'nin kuzeyinde, 20 mil (32 kilometre) derinliğinde “güvenli bölge” kurma önerisi yeni bir tartışma başlattı. Erdoğan, Trump ile Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge kurulması konusunda tarihî öneme sahip bir anlayış birliğine vardıklarına inandığını dile getirirken “bütün taraflar için güvenli bir sınır istiyoruz” diyen ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, ABD'li yetkililerin meseleyi Türk tarafından farklı gördüğünü ortaya koymuştur. Ayrıca ABD medyasında, Suriye’den çekilmeyi yanlış bularak Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile yapılan ittifakın devam ettirilmesi ve “Kürtlerin” (YPG-PYD) Türkiye’nin olası bir operasyonundan korunması gerektiğini savunanlar, Trump’ın “güvenli bölge” önerisine olumlu yaklaşmıştır. Türkiye’de ise Çekiç Güç vasıtasıyla Kuzey Irak'ta oluşturulan Kürdistan Özerk Bölgesi tecrübesinden hareketle, ABD’nin Suriye'de de benzer bir modeli devreye sokmayı isteyip istemediğine yönelik tartışmalar devam etmektedir.

Türkiye’nin güvenli bölgeye kendi askerî gücünü yerleştirmek ve burada bir kontrol sağlamak istediği herkesçe bilinmektedir. Ayrıca Türkiye, sınırları dâhilinde bulunan ve sayıları 3 milyonu aşan Suriyeli mültecilerin bir kısmını bu bölgeye yerleştirerek hem içeride rahatlamayı hem de Suriye’de demografik heterojenliği arttırmayı planlamaktadır. Kurulacak güvenli bölgeden Kürtleri göç ettirmek gibi bir niyeti olmayan Türkiye’nin hedefi, PYD-YPG terör unsurlarını alandan çıkarmaktır. Hatırlanacağı üzere güvenli bölge, ilk olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Mayıs 2013'teki ABD ziyaretinde Obama yönetimine sunulan üç aşamalı bir plan bağlamında gündeme gelmişti. O günlerde mevzubahis bölge, Fırat’ın batısı olarak bilinen Cerablus’tan Azez’e kadar olan hattı kapsamaktaydı. Sınırdan 30 kilometre derinliğe kadar gidebilecek şekilde tasarlanan bölgenin içinde Cerablus, Çobanbey, el-Bab ve Azez gibi şehirler bulunmaktaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Obama’dan Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesini, siviller için güvenli bölge oluşturulmasını ve koalisyon güçleriyle ortak kara operasyonu yapılmasını talep etmişti. Fakat bu hususlarda istenen cevaplar Obama yönetiminden alınamayınca Türkiye, kendi inisiyatifiyle bazı askerî operasyonlar gerçekleştirmişti.

Güvenli bölgeye ilişkin tartışmaların sürdüğü mevcut konjonktürde SDG; “uluslararası garantiler verilmesi” ve Suriye’nin kuzeyi ile doğusuna “yabancı müdahale olmaması” koşuluyla ki burada kastedilen Türkiye’dir, güvenli bölgenin kurulmasına yardımcı olmak istediğini açıklamıştır. Söz konusu bölgenin Fırat nehrinden Irak sınırına kadar Türkiye-Suriye sınırı boyunca 400 kilometre olacağı tahmin edilmektedir. Sınırdan içeriye doğru belirtilen 20 millik hat ise Kürt ve Arap coğrafyasının kesiştiği alan olarak da görülmektedir. Güvenli bölgenin ilanıyla Kürtler ile Araplar arasında gerginliğin artması beklenebilir. Ayrıca Türkiye güvenli bölgenin BM ya da Arap gücü gibi uluslararası bir koalisyon tarafından kontrol edilmesine razı değildir. Dolayısıyla pratikte birçok sorun söz konusudur. İlerleyen zamanlarda ABD ile Türkiye arasında yapılacak pazarlık ve sahadaki dengeler bu konunun netleşmesini sağlayacaktır.

ABD Politikalarında Kürtlerin Rolü

Güvenli bölge tartışmaları devam ederken sorulması gereken önemli bir soru, Ortadoğu’da özellikle de Irak ve Suriye’de ABD politikalarının hedefe ulaşmasında Kürtlerin rolünün ne olduğu ve bu rolün ABD dış politikasındaki limitlerinin nereye kadar uzandığıdır. Bu sorulara verilecek cevaplar ise ABD’nin Suriye politikasını ve PYD-YPG ile geliştirdiği ilişkinin nerelere evirileceğini ve bu örgütün Suriye’nin geleceğindeki yerini öngörme adına önemli ipuçları verecektir.

2003 Irak işgaline Türkiye’nin destek vermemesi, Kürt Peşmerge güçlerinin savaşa dâhil olması ve ardından Saddam Hüseyin’in devrilmesiyle birlikte Irak Kürtleri; Suriye iç savaşında ise 2013 yılında Esad rejiminin ülkenin kuzeyinden aniden çekilmesiyle otonomi kazanan Suriye Kürtleri, ABD politikaları açısından önemli bir aktör hâline gelmiştir. Bu dönemde, Suriye’de Kürtler arasında en örgütlü yapı olan PYD kısa sürede diğer rakiplerini bastırmayı ve bölgeyi büyük oranda kontrolü altına almayı başarmıştır. ABD bu süreçte NATO müttefiki olan Türkiye’yi karşısına alma pahasına, 2003 yılında Abdullah Öcalan’ın talimatıyla kurulmuş olan ve KCK üst çatı yapılanmasında Türkiye PKK’sı ve İran PJAK’ıyla ortak hareket eden Suriye PYD-YPG’si ile DEAŞ’a karşı mücadelede taktiksel iş birliği olarak nitelendirdiği bir ilişki geliştirmiştir. ABD’deki akademik ve siyasi çevrelerde PKK ile PYD arasında organik ilişki genel kabul görse de DEAŞ’a karşı mücadelede, militanları “özgürlük savaşçıları” olarak lanse edilen bu örgütle, ABD çıkarları ve örgütün güvenlik ve otonomi arayışları zemininde bir ittifak kurulmuştur. PYD’nin, ABD’nin terör örgütleri listesinde yer almaması ve PYD tarafından SDG çatı adının kullanılması da zaman zaman bu ilişkiyi meşrulaştırıcı temel argüman olarak kullanılmıştır. Türkiye ise her zaman PYD’nin PKK ile bağlantılı bir terör örgütü olduğunu dile getirmiştir.

ABD’nin dört ülkeye dağılmış (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) Kürtlere yönelik hiçbir zaman gerçek bir büyük stratejisi olmadığını söylemek mümkündür. Bu eksende ABD’nin 2. Dünya Savaşı'ndan bu yana Kürtler ve Ortadoğu’daki diğer devlet dışı aktörlerle ilişkisi kısa vadeli çıkarlar etrafında şekillenmiştir. ABD uzun vadede, devletlerle olan ilişkilerine daha çok önem vermiştir. Bunun pek çok örneğini ABD dış politika tarihinde görmek mümkündür. Bunlardan en önemlisi ise ABD ve İran’ın, 1970-75 yıları arasında Iraklı Kürtleri, Sovyetler Birliği’nin giderek daha yakın bir müttefiki hâline gelen Irak’ı zayıflatmak amacıyla isyan etmeye teşvik etmesidir. Ancak Bağdat yönetiminin İran’ın sınır taleplerini kabul etmesi ve sonuçta Muhammed Rıza Şah ile Saddam Hüseyin arasında Cezayir Anlaşmasının (1975) imzalanmasının ardından İran ve ABD, isyanının çöküşüne ve Kürt katliamına neden olacak olan desteğini geri çekmiştir. Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgalinden sonra da benzer bir durum yaşanmıştır. 1990’ların sonunda ABD, Iraklıları Saddam’a karşı ayaklanmaya teşvik ettiğinde Kürtler (ve güneydeki Şiiler) isyan etmiş fakat baba Bush yönetimi “tek Irak” politikası çerçevesinde askerlerini çekince Saddam’ın askerî güçleri, isyanı katliam derecesinde sert bir şekilde bastırmayı başarmıştır.

Ayrıca 2017’de Mesut Barzani’nin ABD’nin uyarılarını dinlemeyerek Kürdistan Bölgesel Özerk Yönetimi’nde bağımsızlık referandumuna gitmesi sonrası yaşananlar da tarihî olaylarla benzerdir. Irak’ta Kürtleri destekleyen ABD aynı zamanda Kürtlerin bağımsızlığına da karşı çıkmıştır. ABD, Mesut Barzani’yi cezalandırmak için Kürtlerin zararına ve Bağdat merkezî hükûmetinin yararına Kerkük ve tartışmalı bölgelerin Haşdi Şabi tarafından ele geçirilmesine izin vermiş dahası bu örgüte lojistik destek sağlamıştır. Amerikalı yetkililer, muhtemelen Bağdat merkezî hükûmetini kapalı kapılar ardında ABD'nin sadece Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin Dohuk, Erbil ve Süleymaniye illerinde Kürtlere karşı askerî eyleme izin vermeyeceğini söyleyerek sınırlandırmıştır.

Kürtlerin ABD’nin Ortadoğu politikaları için zaman zaman işlevsel hâle geldiği fakat vazgeçilebilir olduğu görülmektedir. ABD’nin bölgedeki ana hedefleri; Batı için petrol arzının istikrarlı bir şekilde sürdürülmesi, Ortadoğu’da güç dengesinin devamı, İran’ın sınırlandırılması ve “radikal” İslamcı güçlerle mücadele edilmesi şeklinde özetlenebilir. Buna elbette İsrail’in güvenliğini de eklemek gerekir. Suriye’de ABD’nin Kürtlere yönelik dış politikası ise Türkiye'nin ABD’nin NATO müttefiki olarak Suriye’deki tutumu, Suriye’de Rusya ve İran’ın politikaları ve radikal İslamcı terörist gruplar olmak üzere üç unsuru barındırmaktadır. ABD açısından Suriye Kürtleri, bu unsurlara karşı maliyeti düşük kullanışlı bir araç hâline dönüşmüştür.

John J. Mearsheimer’in ifade ettiği gibi ABD dış politikasında temel yaklaşımlarının, Bush dönemi Irak işgali, Obama'nın Libya müdahalesi ve kısmi Suriye politikasında olduğu üzere “yakın dengeleme” (onshore balancing) ya da yerine göre “uzak dengeleme” (offshore balancing) olduğu söylenebilir. ABD’nin uzak dengeleme stratejisi “dış kaynak kullanımı” ve “sınırlandırma” olmak üzere iki temele dayanmaktadır. ABD bölgesel meydan okuyuculara (challenger) karşı doğrudan askerî sorumluluk almaz ve bunu bölge ülkelerinin omuzlarına yükler. Irak ve Suriye Kürtleri, ABD açısından İran’ın Suriye ve Irak’ta sınırlandırılması ve Türkiye’nin Arap Baharı sonrası ABD ile yaşadığı politika farklılaşması nedeniyle güvenlik kaygılarıyla tedip edilmesi stratejisinde “dış kaynak” (outsourcing) vazifesi görecek unsurlardır. Ortadoğu’da “güç dengesi” ABD’nin gözettiği temel gayelerden biridir. Elbette Kürtler de bunun karşılığında ABD’den güvenliklerinin ve otonomilerinin garanti edilmesini talep etmektedir.

Trump yönetimi pek çok yönüyle Obama döneminden ayrılsa ve Trump yönetiminin bir büyük stratejisinin olup olmadığı ABD’de sürekli tartışılsa da uzak dengelemenin, Trump yönetimin kendisinden önceki Washington yönetimleriyle süreklilik arz eden en temel stratejisi olduğu görülmektedir. Trump yönetimi, “maksimum baskı” yöntemini de bu stratejiye dâhil etmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de pek çok yazarın ifade ettiği gibi Washington yönetimi, Trump’ın asker çekme kararına rağmen hızlıca ve tümüyle çekilirse Suriye’deki hedeflerini gerçekleştiremeyeceğini fark etmiştir. DEAŞ’ı kalıcı bir şekilde yenme, PYD-YPG'yi koruma ve Rusya-İran-Esed üçlüsünü kontrol altına alma gibi iddialı hedefler için sadece hava sahasını kontrol etmek yeterli değildir. ABD’li yetkililer askerin sahada olması gerektiğinin farkındadır. Ancak son dönemlerde ifade edilen 200 askerle PYD-YPG'nin korunması mümkün olmadığı gibi bu miktar diğer hedefler için de yeterli değildir. Bu açıdan güvenli bölge önerisi Türkiye ile bir ara yol olarak okunabilir. Zira ABD şu aşamada PYD-YPG’den vazgeçme niyetinde değildir. Çünkü henüz Suriye’deki nihai hedeflerine ulaşmış değildir. Muhtemelen ilerleyen dönemde meşruiyeti daha güçlü politik yeni aktörler üretmeyi ya da PYD’yi dönüştürmeyi deneyecektir. Zira BM Suriye Özel Temsilcisi Geir O. Pedersen, Suriyeli Kürtlerin siyasi sürecin bir parçası olup olmayacağına yönelik bir soruya "Suriyeli Kürtler sürecin zaten bir parçası ve temsilcileriyle görüştüm. Siz SDG'den bahsediyorsunuz. SDG siyasi sürecin bir parçası değil. Gelecekte bir soruna dönüşebilir ve bu konuyu doğru bir şekilde ele almamız önemli" yanıtını vermesi, SDG’nin meşruiyet sorununu tartışan tek aktörün Türkiye olmadığını göstermektedir.