Avrupa Birliği’nin İran’ın Nükleer Programına Yaklaşımı

Avrupa Birliği’nin İran’ın Nükleer Programına Yaklaşımı
İran’a karşı yürütülecek politikalarda güç kullanımı konusunda farklı tutumlar sergileyen AB üye devletleri bulunsa da meselenin diplomasi yoluyla çözülmesi gerektiğine dair açıklamalar, AB düzeyinde bu yöndeki ortak beklentiyi ortaya koymaktadır.
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz
Uluslararası İlişkiler Uzmanı Aylin Ünver Noi

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-İran görüşmelerinin yeni turunun 15 Haziran’da Umman’ın başkenti Muskat’ta gerçekleşeceği beklentisi varken, ABD’nin İran ile anlaşmak için verdiği 60 günlük sürenin bitimi olan 12 Haziran sonrasında İsrail’in İran’a yönelik saldırıları ile İran-İsrail çatışması başladı. Bu çatışmaların giderek tırmandığını ve tahribatını artırarak devam ettiğini görmekteyiz. Bu savaşın, tüm dünyayı etkileyecek bölgesel bir etkiye dönüşme potansiyeli hâlen bulunmaktadır. Dolayısıyla pek çok ülkeden, itidal çağrılarının yanı sıra savaşın bir an önce sonlandırılmasına yönelik talepler gelmekte; arabuluculuk çabaları yoğun bir şekilde sürmektedir.

Ancak ABD dışında, bazı Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin İsrail’in savunmasına verdiği destek ile İsrail’in İran’a saldırı gerçekleştireceğini bazı AB üye devletlerine önceden bildirmesi, AB’nin İran nükleer meselesine bakışı bağlamında nasıl bir pozisyon aldığını sorgulamamıza neden olmaktadır.

AB, İran politikasında, İran Devrimi’nin ilk on yılında ABD ile aynı politikaları izlemişti. Devrimin ilk on yılında (1979-1989), İran’ın Körfez bölgesini istikrarsızlaştıracağı ve petrol tedariki konusunda sorun yaratacağı endişesi, Avrupa-Atlantik dayanışmasını sağlamıştı. Bu dönemde AB’nin en önemli üç devletinden Almanya, göreceli olarak daha tarafsız bir politika izlerken, İngiltere ve Fransa İran-Irak Savaşı’nda (1980-1988) Irak’ı destekliyorlardı.

Ancak AB, 1990’larda ABD’den ayrı bir yaklaşım benimsemişti. 1990’lardaki Clinton döneminde izlenen dual containment (çifte çerçevelenme) politikası ile Irak ve İran’ı çevreleme stratejisi ve Iran and Libya Sanctions Act (ILSA) ile devam eden bu zorlayıcı tedbirlere AB katılmamıştı. Diğer bir deyişle, uzun bir süre ABD’nin İran’a uyguladığı tek taraflı ambargolara dahil olmamış ve İran ile ticari ilişkilerini sürdürmüştü. Hatta AB’nin bu yaklaşımı, AB ile ABD arasında sürtüşmelere neden olmuştu. ABD, AB’yi İran politikasında kendisine katılmaması ve bu meselede bir dayanışma göstermemesi nedeniyle eleştirirken, bazı AB devletleri bu tek taraflı yaptırımları serbest ticarete aykırı bularak Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) şikâyet etmişti.

Bu dönemdeki yaptırımlar İran’ın insan hakları ihlalleri ve teröre destek argümanları üzerinden gerekçelendiriliyordu. Kitle imha silahları bu dönemin yaptırımlarının konusu değildi. İran’ın nükleer programı ile bağlantılı yaptırımlar ve diğer politikalar 2003 yılı sonrasını takip eden süreçte AB ve ABD’nin gündemine girmiştir.

AB ve ABD arasındaki farklı yaklaşım, İran’ın nükleer programı çerçevesinde gündeme gelen uranyum zenginleştirme meselesinde de kendini göstermişti. Her ne kadar hem AB hem de ABD, İran’ın nükleer silah kapasitesine sahip olmaması gerektiği konusunda hemfikir olsalar da bu nihai hedefe ulaşmak için kullanılacak dış politika enstrümanları konusunda ayrışıyorlardı. İran’ın nükleer meselesinde AB, iyileştirilmiş ticaret ilişkileri ve DTÖ üyeliği gibi, İran’ı dünya ekonomisine entegre edecek ödüller üzerinden ikna etme politikası yürütüyordu.

Oysa o dönemde ABD, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerini durdurması için ekonomik yaptırımları Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşımayı ve son çare olarak İran’ın nükleer santrallerini öncü saldırılarla vurmak da dâhil olmak üzere zorlayıcı politikaları izleyeceğini açıkça ifade ediyordu. Bu ifadeler, o dönemde ABD Başkan Yardımcısı olan ve neo-conservatism (yeni muhafazakârlık) ideolojisinin en güçlü savunucularından biri olarak bilinen Dick Cheney’nin bu konudaki konuşmalarında yer alıyordu. 

11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrasında ABD İran, Irak ve Kuzey Kore’yi kitle imha silahlarına sahip şer ekseni (axis of evil) olarak ilan etmişti. O dönemde Rusya ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) tarafından İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi kurallarına uyduğu ifade edilmişse de dönemin ABD Başkanı George W. Bush yönetiminin şahin kanadı (hawks), İran’ın ekonomik yaptırımlar, askerî harekât ve rejim değişikliği de dâhil olmak üzere çeşitli yöntemlerle karşı karşıya kalması gerektiği düşüncesinden vazgeçmemişti. İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetlerinin, barışçıl nükleer enerji için gerekli olan yakıtı üretmeye yönelik olduğu yönündeki argüman ise ABD tarafından kabul görmemişti.

Bu süreçte, AB ülkeleri her ne kadar İran ile müzakere ve diyalog yoluyla sorunun çözümüne eğilim göstermiş olsalar da bu meselenin Kapsamlı Ortak Eylem Planı, yani İran Nükleer Anlaşması (JCPOA) ile neticelenmesi, ancak ABD Başkanı Barack Obama döneminde mümkün olabilmiştir. Nükleer Anlaşma, P5+1 (Çin, Rusya, ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere), AB ve İran tarafından 2015 yılında imzalanmıştır.

Donald Trump’ın ABD Başkanı seçildiği ilk dönemde gerçekleştirdiği ilk icraatlardan biri, “yüzyılın en kötü anlaşması” olarak tanımladığı bu anlaşmadan çekilmek olmuştu. Trump’ın ikinci kez ABD Başkanı seçilmesinin ardından uygulamaya koyduğu yeni politikanın ise İran üzerindeki maksimum baskıyı sürdürdüğü ve “İran’ın nükleer silaha sahip olmayacağı” yönündeki söylemini devam ettirdiği görülmektedir. Bu politikada, güç yoluyla müzakere yöntemi benimsenmiş; başlangıçta anlaşmaya açık bir kapı bırakılmış olsa da süreç, taleplerin karşı tarafa tamamen kabul ettirilmeye çalışıldığı bir yaklaşımla sürdürülmüştür.

Bugün geldiğimiz noktada, ABD’nin bu İran politikasının, AB’nin İran politikasına kıyasla, “İran nükleer silaha sahip olmamalıdır” noktasında hâlen ortak bir anlayış taşıdığını söyleyebiliriz. Ancak 16 Mayıs 2025 tarihinde, İran ile E3 olarak adlandırılan, nükleer anlaşmanın Avrupalı tarafları Fransa, Almanya ve İngiltere’nin İstanbul’daki İran Konsolosluğu’nda gerçekleştirdiği “nükleer mesele” başlıklı görüşmelerde, İran’ın kaygı duyduğu nükleer anlaşmada yer alan “tetik mekanizması” konusu ele alınmıştır.

İran, 2015’te imzalanan nükleer anlaşma kapsamında kaldırılan BM yaptırımlarının yeniden devreye alınmasını sağlayabilecek bu “tetik mekanizması” maddesinin Avrupa ülkeleri tarafından işletilebileceğinden endişe duymaktadır. Bu mekanizmanın süresi ise 18 Ekim’de sona ermektedir.

ABD ile İran arasında sürdürülen müzakereler, İsrail’in İran’a saldırısı ile son bulmuştur. Bu yeni gelişme, AB politikalarının İran ile ilgili olarak nasıl bir yöntemle yürütüleceği sorusunu da gündeme getirmiştir. Örneğin, İsrail’in İran’a yönelik saldırıları öncesinde Almanya’yı bilgilendirmişken Fransa’yı bilgilendirmemesi gibi dikkat çekici gelişmeler yaşanmıştır. Almanya’nın, İsrail’in İran’a karşı savunmasında açıkça destek vermesi, geçmişteki İran-Irak Savaşı döneminde izlediği göreceli tarafsız politikanın aksine, bu kez İsrail’i doğrudan desteklediğini göstermektedir.

Öte yandan, İspanya’nın İsrail’e yönelik Gazze saldırıları konusundaki eleştirileri çerçevesinde dile getirdiği, “AB’nin İsrail’e silah ambargosu uygulaması gerektiği” yönündeki çıkışı, İran-İsrail çatışması sonrasında ifade edilmiştir. Bu durum, AB içinde bir ayrışma olduğu izlenimini vermektedir. İspanya ayrıca, İran’ın nükleer programı konusunda diyaloğun başlatılması gerektiği yönünde görüş bildirmiştir. Bu bağlamda, uygulanan yöntem konusunda AB üye devletleri arasında farklı görüşlerin bulunduğunu söyleyebiliriz.

Diğer taraftan, İran’ın nükleer meselesi giderek rejim değişikliği konusuna odaklanıldığı bir sürece girmektedir. Sadece ABD Başkanı Donald Trump’ın, İran’ın Devrim Rehberi Ali Hamenei’yi “öldürebiliriz” söylemi değil, aynı zamanda Almanya Şansölyesi Friedrich Merz’in İran yönetimini “terör rejimi” olarak nitelemesi ve bu rejimin sona ermesinin iyi olacağı yönündeki açıklamaları da ABD ile Almanya’nın bu konuda ortak bir yaklaşım içinde olduğunu ve İsrail’i İran’a karşı saldırısında tam olarak desteklediklerini göstermektedir.

Almanya’nın bu yaklaşımını yalnızca İran’ın nükleer meselesi çerçevesinde değerlendirmek yetersiz kalır. Özellikle Rusya-Ukrayna savaşında, İran’ın Rusya’ya dron göndererek verdiği destek de göz önüne alındığında, Almanya’nın bu tutumu İran’ı cezalandırma amacı taşıyor şeklinde de yorumlanabilir. Ayrıca genel olarak bakıldığında, geçmişteki Arap-İsrail savaşlarında gözlemlenen Batı’nın İsrail’in yanında kenetlenme stratejisinin, bugün İran-İsrail çatışmasında da tekrarlandığı görülmektedir. İsrail’e destek veren ülkelerin ortak görüşü, İran’ı Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak görmeleridir.

Ancak, Almanya’dan gelen bu tür açıklamaların aksine, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “İran’daki rejim değişikliğini askerî müdahaleyle gerçekleştirmek en büyük hata olur; bu, kaosa yol açar,” şeklindeki açıklamaları, AB içindeki iki başat gücün bu konudaki farklı bakış açılarını –en azından yöntem bakımından– ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, AB üye devletleri, İran’ın askerî teçhizat listesinde nükleer silahın yer almaması yönünde karar almıştır. Bu durum hem ABD ile AB arasında hem de AB üye devletleri arasında ortak bir duruşa işaret etmektedir. İran’a karşı yürütülecek politikalarda güç kullanımı konusunda farklı tutumlar sergileyen AB üye devletleri bulunsa da meselenin diplomasi yoluyla çözülmesi gerektiğine dair açıklamalar, AB düzeyinde bu yöndeki ortak beklentiyi ortaya koymaktadır.