İran Yol Ayrımında
ABD-İran ilişkilerinin son iki yıl içinde hızlı bir şekilde gerildiği ve özellikle 2019 yılının son yarısından itibaren bu gerginliğin politik ve ekonomik düzlemden askeri düzleme kaymaya başladığı açıkça belli olmuştu. Söz konusu süreç içinde ilginç bir şekilde gerginliği kontrollü ve milimetrik olarak tırmandırmaya çalışan taraf Tahran yönetimi olurken, Trump kendisinden beklenmeyen şekilde soğukkanlılığını korumayı başarmış ve hatta ABD ordusuna ait gelişmiş bir gözlem İHA’sı İran sınırlarına yakın bir noktada düşürüldüğünde bile İran’a askeri bir cevap vermekten kaçınmıştı. Trump’ın tavrı kendisine verdiği destekle tanınan Lindsay Graham gibi etkili Cumhuriyetçi senatörler tarafından “bu durum Tahran’da hükümetinizin zaafı olarak görülebilir” şeklindeki ifadelerle eleştirilmişti. Yine Trump’ın benzer şekilde her fırsatta İran’a saldırı seçeneğini gündeme getiren Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ı Eylül ayında başta Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un çabaları olmak üzere uluslararası arabuluculuk girişimlerinin hız kazandığı bir dönemde görevden alması, İran’a olumlu bir sinyal olarak değerlendirilmişti. Zira İran’da Dışişleri Bakanı Cevad Zarif gibi “ılımlı” yetkililer her fırsatta Trump ile anlaşmanın mümkün olabileceğini ancak “B Takımı” olarak adlandırdıkları Bolton, Bibi (Netenyahu), Bin Zayed ve Bin Selman’ın bunu imkânsız hale getirdiğini ileri sürüyorlardı.
Gerginliğin geçmişi
Kuşkusuz ABD-İran gerginliği yeni bir durum değil. Devrimden sonraki 40 yıl boyunca iki ülke ilişkileri inişli-çıkışlı bir seyir izledi. Seksenli yıllarda İran’ın birçok taciz eylemine sessiz kalmayı yeğleyen Amerika’nın bu tavrının arkasındaki en önemli faktör henüz tam anlamıyla yerleşmemiş devrimci sistemin Doğu Blokuna meyletmesi ya da tamamen Sovyetler Birliğinin kontrolü altına geçmesi endişesiydi. Nitekim bu sebepten ötürü gerek Tahran’daki elçiliğin Kasım 1980’de basılarak 52 Amerikalı diplomatın rehin alınması gerekse de 1983 yılında İran’ın Lübnan’daki vekil güçleri tarafından ABD üssüne yapılan saldırıda 250 civarında Amerikan deniz piyadesinin öldürülmesine sessiz kalınmasındaki en büyük etken buydu. Yine o yıllarda İran’la savaş halindeki Irak’ın Sovyetlere yakın tutumu da Washington’daki bu tutumu destekler nitelikteydi. Doksanlı yılların başında Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından ABD-İran hesaplaşması için uygun bir ortam ortaya çıktıysa da Saddam Hüseyin’in dengesiz tavırları ve Kuveyt’i işgal etmesi, İran’ın ABD gündeminde ikinci sıraya yerleşmesine yol açtı. İran uluslararası ortamda en rahat on yılını bu dönemde yaşadı ve başta Suudi Arabistan olmak üzere bölgesel ülkelerle ilişkilerini büyük oranda düzeltti. Yine de ABD devletinin hedefinde kalmaya devam etti ve özellikle Bill Clinton döneminde Irak’ın yanında “Çifte Kuşatma Stratejisine” maruz kaldı ve D’Amato yasası gibi kararlarla yaptırımlar daha etkili hale gelmeye başladı.
11 Eylül’den sonra değişen dengeler, ABD-İran ilişkilerini yeni bir merhaleye soktu. Afganistan ve Irak’ın işgali, İran’ın “şer ekseni üyesi” ilan edilmesi ve birçok ABD’li isim tarafından “bir sonraki hedef” olarak tanımlanması Tahran’ın iç ve dış politikasında ciddi değişikliklere neden oldu. 2005-2007 arasında Irak’taki Mehdi Ordusu gibi İran’ın desteklediği milislerin ABD’ye saldırılarını yoğunlaştırması, 2006 yazındaki 33 günlük Hizbullah-İsrail arasındaki savaş İran’ın vekil güçler üzerinden kendisini koruma stratejisine dayanıyordu. Nitekim Hasan Nasrallah 11 Ocak’ta yaptığı Süleymani’yi anma konuşmasında İranlı generalin bu savaştaki rolüne dair ayrıntılara da yer verdi.
Obama’nın 2009’da başkan olmasıyla ABD-İran ilişkilerinde yeni bir sayfa açıldı. Rejim değişikliği peşinde olmadığını, İran’a askeri saldırı planlamadığını, İran tarih ve kültürüne büyük bir saygı duyduğunu belirten Obama, iyi niyetini göstermek amacıyla İran’da milyonlarca kişinin sokağa döküldüğü seçim protestolarını dahi görmezden geldi. Her ne kadar Obama’nın Hamaney’e yazdığı mektuplar İran liderini yumuşatmadıysa da 2011 yılından itibaren ciddi şekilde ağırlaştırdığı yaptırımlar İran ekonomisini iki yıl içinde iflasın eşiğine getirdi ve Nükleer Anlaşma gerçekleşebildi. İran tarafının ikna edilmesinde kuşkusuz Obama’nın İran’ın Suriye dâhil bölgesel politikalarına göz yummasının ve uranyum zenginleştirilmesi gibi kritik nükleer aşamanın ABD tarafından kabulünün de büyük etkisi olmuştu.
Hesapta olmayan aktör: Trump
Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte İran için yeni bir dönemin başladığı belli olmuştu. Öngörülemez olduğu yönündeki düşüncelere rağmen Trump’ın en azından İran konusundaki politikaları başlangıçtan itibaren son derece tutarlı olageldi. Trump’ın Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra bile müzakere vurgusu yapması bu açıdan önemli. Bu durumun çok önemli bir istisnası İran’ın Irak’taki tahliye edilmiş üslere yönelik füze saldırısı sonrasında oldu. Generallerle birlikte açıklama yapan Trump’ın NATO vurgusunda bulunması İran’ın bu aşamadan sonra çok daha dikkatli hareket etmesi gerektiğini göstermiştir. Nitekim şu ana kadar İran ya da vekillerinden ABD’ye yönelik herhangi bir saldırı gerçekleşmedi ve gerçekleşmesi de beklenmiyor. Zira bir Amerikalı sivil elçilik görevlisinin öldürülmesi ya da ABD hedeflerine saldırı istihbaratı alındığı bahanesiyle İran’ın en önemli iki saha adamını öldüren Trump’ın, İran’ın ciddi bir karşılık vermesi durumunda bahsettiği 52 hedefi vuracağından Tahran’da kimsenin şüphesi kalmamış durumda. Böyle bir ortamda İran’ın artık boş üslere saldırı seçeneği olmayacaktır. İran ya bu saldırıya eş değer bir karşılık vererek yüzyıl geriye gidecek şekilde ağır bir tahribata uğrayacağı bir sarmala girecek ya da bunu göze alamayarak beyaz bayrak çekecektir ki her iki olasılık da rejimin mutlak sonu anlamına gelecektir.
Kötü kriz yönetimi
Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi Mühendis’in ölümüne yol açan saldırıları “İran’ın 11 Eylül’ü” olarak nitelendirmek abartılı değildir. İran’ın son 40 yıllık dış politika kazanımlarını simgeleyen, iç politikada tarafsız görüntü vermeye çalışan, ismi cumhurbaşkanlığı adaylığı için anılan, antik İran efsanelerindeki figürlerle karşılaştırılan, hatta ölümünden sonra Şahlık rejimi yetkilileri tarafından bile övgü ile anılan bir isimdi. İran’a dair güç projeksiyonlarında adı merkezde yer alan, kendi tabiriyle “ABD’nin her an öldürebileceği ancak sonrasında yaşanacakları bildiği için bunun gerçekleşmeyeceğini” düşünen bir isimdi. Dolayısıyla böyle sembolik yükü fazla bir ismin ansızın öldürülmesinin doğurduğu şok, krizin aşırı kötü bir şekilde yönetilmesine sebep oldu. Tahran’da ve ülke çapında on binlerce ilan panosunun “zorlu intikam” sloganlarıyla süslenmesine rağmen misilleme saldırılarında, hiçbir ABD’liye zarar gelmemesi, aksine cenaze törenleri esnasında onlarca İranlının daha hayatını kaybetmesi dikkat çekiciydi.
Bundan da önemlisi Ukrayna yolcu uçağının İran tarafından düşürüldüğünün ısrarla reddedilmesi ve bu yönde yayın yapan yurtdışındaki İranlı gazetecilerin tehdit edilmesi, olayın sorumlusunun Devrim Muhafızları olduğunun resmen itiraf edilmesinden sonra kamuoyunda büyük bir öfkeye neden olmuş durumda. “Ilımlı” Milletvekili Mahmud Sadıki’nin “Kasım ayındaki olaylarda kaç kişinin öldürüldüğünü gizlediniz, uluslararası baskılar olmasa bunu da gizlerdiniz” demesi yalnızca şahsına ait bir görüş değil ve İran gazetecilerinin çoğunun kara sayfalarla manşetten verdiği gibi toplumsal bir tepkiye yol açmış durumda. Sanatçılardan sporculara ve kimi yetkililere kadar çok sayıda isim mümkün olan çeşitli yöntemlerle eleştirilerini ortaya koyuyorlar. Özellikle, hayatını kaybedenlerin arasında çok sayıda başarılı genç öğrencinin bulunması ve bunların insan hikâyelerinin İran dışında faaliyet yapan Farsça medyada yoğun olarak işlenmesi İran halkını duygusal açıdan çok daha keskin hale getiriyor.
Tahran’ın kader kararı
Gelinen noktada zaten meşruiyet krizi yaşayan ve sürekli farklı sebeplerle küçük çaplı ayaklanmalarla boğuşan ve ekonomik açıdan felç olmuş yönetimin sürekli tekrarladığı hamasi retoriklerine rağmen misilleme olarak ancak boş üsleri vurabilmiş olması, kırk yıldır dillendirdiği meydan okumaların sınırlarını göstermiş oldu. Bu durum hem çekirdek tabanda hem de sıradan kitlelerde büyük bir hayal kırıklığına yol açıyor. Üstelik ABD’nin bunu teknik olarak çok küçük bir operasyonla başarması elitler arasında bir süredir devam eden tartışmaları hızlandırdı ki bunun ülke içinde ve diasporadaki temsilcileri üzerindeki etkisi şimdiden görülüyor. Kırk yıldır halkın önemli bir kısmı her türlü iç ve dış probleme rağmen yukarıda Süleymani’den nakledilen ifadede olduğu gibi ülkelerinin askerî açıdan ABD karşısında bile caydırıcılığa sahip olduğunu düşünüyordu. Bütün anlatısı yıkılma riskiyle karşı karşıya bulunan İran’da şu an devletin rasyonel kanadının Hamaney’i ve etrafında son yıllarda tahkim ettiği savaş yanlısı ekibi ikna faaliyetlerinde bulunduğu gözlemleniyor. İran’ın önümüzdeki birkaç ay içinde ABD ile masaya oturmaması, aksine nükleer faaliyetlerinin boyutlarını artırması ya da vekil güçler üzerinden ABD askerlerini öldürmesi durumda Tahran’ın yakın tarihinin en kapsamlı meydan okumalarından birisiyle karşılaşacağı söylenebilir. Rasyonel kesim bu gidişatı durdurmak için elinden geleni yapacaktır zira artık sloganların bir anlam ifade etmediği anlaşılmıştır ve Avrupa ülkelerinin “İran nükleer anlaşması” olarak da bilinen Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) ile ilgili son kararı, İran’ın karar vermek için fazla zamanı kalmadığını göstermektedir. Bu açıdan Ayetullah Hamaney’in Cuma namazında vereceği mesajlar İran kadar tüm bölgeyi de yakından ilgilendirecektir.
Bu makale ilk olarak 16.1.2020 tarihinde Anadolu Ajansında yayımlanmıştır.
https://www.aa.com.tr/tr/analiz/iran-yol-ayriminda/1704554