Türkiye, İran-İsrail Çatışmasını Nasıl Okuyor?

Türkiye, İran-İsrail Çatışmasını Nasıl Okuyor?
Görsel @AA Images
Türkiye, İran-İsrail çatışmasını bölgesel ve küresel güvenlik perspektifinden değerlendirmiştir.
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

İran ile İsrail arasında 13 Haziran’ın ilk saatlerinde başlayan ve 12 gün süreyle devam eden çatışmayı yakından takip eden ülkelerden biri de Türkiye Cumhuriyeti oldu. Gerilimin daha önceki evrelerinde de her iki ülkenin ve ABD’nin tutumunun bölgede istikrarsızlığa ve güvenlik risklerine neden olabileceğini dile getiren Ankara, diplomatik çözümden yana sergilediği ilkesel tutumu, bu son çatışmanın sonlanmasında da aktif kolaylaştırıcı bir rol oynayarak sergiledi. 7 Ekim’den itibaren Gazze’de katliam suçu işlediğini birçok defa dile getirdiği İsrail’in İran’a karşı saldırılarının uluslararası hukuka aykırı olduğunu vurgulayan Türkiye, bu saldırganlığın devam etmesinin bölgeyi ateşe atacağının altını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu ifadeleriyle çizdi:

İsrail, Gazze başta olmak üzere bölgemizi kana, gözyaşına ve istikrarsızlığa boğma stratejisini bu sabah itibarıyla çok tehlikeli bir aşamaya taşımıştır. İsrail’in komşumuz İran’a düzenlediği saldırılar, uluslararası hukuku hiçe sayan apaçık bir provokasyondur. İran’ın nükleer programıyla ilgili müzakerelerin yoğunlaştığı ve Gazze’ye yönelik insanlık dışı eylemler karşısında uluslararası baskıların arttığı bir dönemde yapılan bu saldırılar, İsrail’in kural tanımaz zihniyetini göstermektedir. Netanyahu yönetimi; pervasız, saldırgan ve hukuk tanımaz eylemleriyle bölgemizi ve tüm dünyayı felakete sürükleme gayretindedir.

Diğer yandan Türkiye, meşru müdafaa hakkına sahip olduğunu söylediği İran’a da diplomasi yolunu kapatmama çağrısı yaparak bu ülkenin nükleer programının uluslararası mevzuata uygun şekilde müzakere yoluyla ele alınması gerektiği yönündeki talebini yineledi. Bu noktada dikkat çekici bir husus, İran ile çeşitli bölgesel konularda ihtilaf halinde bulunan ve 8 Aralık’ta Esed rejiminin düşmesi sonrasında karşı devrim çağrıları yapan İran’dan farklı olarak Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara hükümetini destekleyen Türkiye’nin, ilkesel tutumunu konjonktürel anlaşmazlıklara göre esnetmemiş olmasıdır.

Türkiye’nin bu aşamada üzerinde durduğu konulardan biri de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yukarıdaki ifadelerinin ilk cümlelerinde de vurguladığı Gazze konusu oldu. Türkiye, İsrail’in yalnızca İran’a değil Gazze’ye karşı saldırganlığının da bir an önce sonlandırılmasının gerektiğini vurguladı.

Ankara bir diğer taraftan da çatışmanın daha tehlikeli bir hal alma riskini dikkate alarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “Her türlü olumsuzluğa, senaryoya karşı” hazırlıklarını yaptığını açıkladı. Nitekim bu hazırlıklar bağlamında 13 Haziran’ın öğlen saatlerinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, Genelkurmay Başkanı Metin Gürak ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın katılımıyla Dışişleri Bakanlığında bir toplantı yapıldı ve savaşın tek alternatifinin diplomasi olduğu vurguladı. Bunun somut bir göstergesi olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan kısa süre zarfında ABD Başkanı Donald Trump ve İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ile ikişer defa olmak üzere, bölgeden ve bölge dışından birçok liderle telefon diplomasisi yürütüp 24 Haziran’da fiilen başlayan ateşkes koşullarının oluşmasına katkıda bulundu.

Ancak Ankara perspektifinden bakıldığında bu çatışmanın birçok yönüyle öğretici ve uyarıcı nitelikte olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Zira uzun yıllardır Ortadoğu’daki başat negatif gündem maddelerinden biri olan İran-İsrail geriliminin nasıl süratle ve tehlikeli şekilde tırmanabildiği her yönüyle irdelenmesi gereken bir konudur.

Gelinen noktada ateşkesin üzerinden yaklaşık iki hafta geçmişken bu yazıda, Türkiye’nin çatışma sürecindeki endişelerini kısaca belirttikten sonra çatışma sonrası dönemini nasıl okuduğu üzerinde durulacaktır.

Türkiye Nerede Duruyor?

Öncelikle İran-İsrail çatışmasının Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bir boyutun olmadığının ve her iki ülkenin de Türkiye’ninkinden oldukça farklı tehdit algılarına ve buna bağlı güvenlik mimarilerine sahip olduğunun altını çizmek gerekmektedir. Hatta kritik aşamalarda İran’ın NATO üyesi olması nedeniyle kuşkuyla yaklaştığı Türkiye’ye karşı İsrail’in tam tersi ithamlarla kampanya yürüttüğü unutulmamalıdır. “Osmanlıcılık yapmak” ya da “Osmanlı İmparatorluğu’nu diriltmeye çalışmak” gibi kara propagandaların ise paradoksal şekilde zaman zaman her iki ülke yöneticileri tarafından da dile getirildiği görülmektedir.

Ancak yanı başında yaşanan bu çatışma Türkiye’yi şu boyutlarıyla teyakkuza geçirmiştir:

  • İsrail saldırganlığının sınır tanımaz boyutlara ulaşması bölge için hayati bir güvenlik riskidir.

  • İran’a yapılan saldırıların nükleer sızıntıya neden olması, engellenmesi gereken potansiyel bir risktir.

  • Bir süredir Batı başkentlerinin de eleştirisiyle karşı karşıya olan Netanyahu’nun, siyasi kariyeri boyunca yaptığı gibi İran ile olan gerilimi, arkasındaki desteği artırmak ve Filistin’de yeni hukuksuzluklara imza atmak için kullanmasına izin verilmemelidir.

  • Çatışmanın yayılması, Suriye ve Irak gibi ülkelerde olumsuz etkiler meydana getirebilir.

  • Çatışma durumunun İran içinde karışıklığa neden olması, Türkiye’yi düzensiz göç gibi zorluklarla karşı karşıya bırakabilir.

  • Terörsüz Türkiye hedefi, farklı şekillerde süreçten olumsuz etkilenebilir.

Ateşkesle birlikte bu riskler tümüyle ortadan kalkmış değildir. Bu noktada en öncelikli risk, İran’ın çatışmadan hareketle nükleer programına barışçıl olmayan bir boyut ekleme olasılığıdır. İranlı yetkililer, uzun yıllardır yaptıkları açıklamalarda, ülkelerinin nükleer silah peşinde olmadığını belirtmekte ve çatışma sonrasındaki süreçte yapılan tartışmalarda bu pozisyon korunsa da İran’ın nükleer programının sağlıklı denetlenememesi önemli bir sorundur.

Nitekim İran Meclisi, 25 Haziran’da 221 evet 1 çekimser oyla “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ile İşbirliğini Askıya Alma” başlıklı tasarıyı kabul ettikten bir gün sonra Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin onayıyla tasarı kanunlaşmış ve Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın 2 Temmuz Çarşamba günü imzalamasıyla da yürürlüğe girmiştir. İran’ın, UAEA Başkanı Rafael Grossi’nin İran konusundaki tavrına yanıt niteliği taşıdığını ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’ndan (NPT) çekilmek anlamına gelmediğini belirttiği bu adım, yeni gerilimlerin kapısını aralayacaktır.

Ayrıca İran ile ABD arasında müzakerelerin yeniden başlayıp en azından bir ara anlaşmayla sonuçlanmaması durumunda, İran’a ikinci bir saldırı düzenlenme riski yüksek olasılık olmasa da varlığını korumaktadır. Daha büyük bir çatışma doğuracağı için Türkiye bunun gerçekleşmemesi adına müzakerelere yapıcı şekilde dönülmesi çağırısında bulunmaktadır. Ancak yine de Türkiye artık İran ile ABD-İsrail geriliminin, tarafların geçen seneden de daha ağır şekilde birbirini hedef aldığı bir aşamaya geçtiğini görmektedir. Bu da özellikle Trump yönetimindeki ABD ile İran arasındaki müzakere sürecinin sürüncemede kalmasının riskleri olacağını göstermektedir.

Diğer bir konu da İran’ın özellikle bu iki ülkeyle gerilim yaşadığı her aşamada, gündeme getirdiği komşu devletlerin pozisyonudur. İran bu son çatışmada da İsrail uçak ve dronlarının hangi ülke hava sahasını kullandığı ve hangi devletlerden yardım aldığı konusunu gündeme getirmiş ve bu bağlamda özellikle Azerbaycan üzerinde durmuştur. Hatta ülkede radikal bazı unsurların ileri giderek Azerbaycan’ı “cezalandırmaktan” bahsettiği dahi görülmüştür.

Bu nedenle Türkiye, Bakü-Erivan-Ankara hattındaki ilişkilerde önemli ilerlemelerin kaydedildiği ve Zengezur Koridoru’nun açılması konusunda mesafe alındığı bir ortamda, Güney Kafkasya’da ya da bir süredir normalleşmenin hakim olduğu Ortadoğu’da bir gerilimin baş göstermesini istememektedir. Nitekim çatışmanın sürdüğü bir ortamda 18 Haziran’da AK Parti’nin TBMM grup toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan konuya ilişkin şu ifadeleri kullanmıştı: “Bölgemizde huzur, barış, istikrar dışında hiçbir emelimiz, arzumuz yok. Biz, Ortadoğu’nun tamamında sadece iş birliği, istikrar ve güvenlik istiyoruz.”

Sonuç olarak Türkiye, İran-İsrail çatışmasını bölgesel ve küresel güvenlik perspektifinden değerlendirmiştir. Çatışmada İsrail’in saldırgan İran’ın ise kendini savunan taraf olduğunu vurgulayan Ankara açısından bu iki ülkenin çatışma sonrası süreçte alacağı pozisyon da kritik önemdedir. Bu nedenle İsrail’in İran’ı yeni saldırılarla tehdit etmesi kadar İran’ın nükleer programına yönelik kuşku uyandıran tutumlar sergilemesi de Türkiye’nin dikkatle takip etmesi gereken yaklaşımlardır. Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarın İran-İsrail geriliminin dar paradigmasına hapsedilmesinin doğuracağı riskleri dikkate alarak bölgesel ve küresel girişimlerin hızlandırılması, yalnızca Türkiye için değil bütün bölge açısından büyük önem arz etmektedir.


Bu yazı ilk olarak Kriter Dergisi'nin Temmuz-Ağustos 2025 sayısında yayımlandı.