İran-Suudi Arabistan Anlaşmasına Giden Süreç

İran-Suudi Arabistan Anlaşmasına Giden Süreç
Çin’in ara buluculuğunda gelişen İran ve Suudi Arabistan arasındaki diplomasi girişimi, bölge dinamiklerinin tetiklediği ve Çin’in bunu avantaja çevirdiği bir sürecin sonucudur.
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz
Kıdemli Uzman Bilgehan Alagöz

Son zamanların en önemli diplomatik girişimlerinden biri, 10 Mart’ta Çinli diplomat Wang Yi’nin ev sahipliğinde Pekin’de gerçekleşti. İran Millî Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreteri Ali Şemhani ve Suudi Arabistan Ulusal Güvenlik Danışmanı Musaid el-Aiban arasında birkaç gün süren müzakerelerin ardından İran ve Suudi Arabistan, yedi yıllık diplomatik kesintiyi sona erdirme ve iki ay içinde karşılıklı olarak büyükelçilikleri yeniden açma kararı aldı. Egemenliğe saygı ve birbirlerinin iç işlerine karışmamaya vurgu yapan iki ülke, bu bağlamda 17 Nisan 2001'de imzalanan güvenlik iş birliğine ilişkin anlaşmayı ve 27 Mayıs 1998'de varılan genel anlaşmayı uygulamaya karar verdi.

Bu uzlaşıyı sağlayan sürecin nasıl başladığını ve hangi koşulların diplomatik başarıyı tetiklediğini iyi anlamak gerekir. Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkilerde daimî bir düşmanlık ve çatışma paradoksu olmadığını; her iki ülkenin karşılıklı sorun çözme deneyimine sahip olduğunu belirtmek gerekir. Söz gelimi 1960’larda Basra Körfezi’nde yeni petrol yataklarının bulunması, Suudi Arabistan-İran arasında rekabete ve güvenlik krizine dönüşmüştü. O dönem, tarafların önünde iki seçenek belirmişti; konu ya askerî yöntemlere başvurarak ya da karşılıklı barışçıl bir yolla çözülecekti. Ancak taraflar, ikinci seçeneği tercih etmiş, konunun ilk gündeme geldiği dönemdeki sert tutum ve söylemlerden vazgeçmiş ve 1968 Kıta Sahanlığı Anlaşması’nı imzalamıştır. Dolayısıyla İran ve Suudi Arabistan’ın her krizin sonunda diplomasiyi devreye sokması, ikili ilişkilerin önemli bir dinamiğini oluşturmaktadır.

İki ülke arasındaki krizlerde bölge ülkelerinin devreye girmesi de yine tarihsel bir mirastır. Zira İran ve Suudi Arabistan arasındaki bir sorun ister istemez Basra Körfezi’ndeki tüm Arap ülkelerini etkilemektedir. 2003 Irak Savaşı’ndan sonra ülkenin Suudi Arabistan ve İran arasında rekabet arenasına dönüşmesi ya da 2017’de Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile Katar arasındaki krizin odak noktalarından birinin Katar-İran ilişkileri olması önemli örneklerdir. Ancak 2021’de el-Ula Anlaşması ile birlikte KİK ve Katar arasındaki sorunun giderilmesi ile başlayan süreç ve Mustafa Kazımi’nin Irak başbakanı olarak İran ve Suudi Arabistan’ı ekonomik bir partner olarak görme eğilimi; 2021’den itibaren bölge ülkelerini İran ve Suudi Arabistan arasındaki krizi çözmede öncü olmaya yöneltmiştir. Bu bağlamda Nisan 2021’de başlayan diplomasi turunda Irak ve Umman’ın önemli rolü olmuştur. Nitekim Pekin’deki toplantıda her iki ülkenin katkılarına atıf yapılmıştır.

İran ve Suudi Arabistan arasında 2016’da Şii din adamı Şeyh Nimr el-Nimr'in Riyad'da idam edilmesi ile başlayan ve Suudi Arabistan'ın İran'daki temsilciliklerine saldırılması üzerine diplomatik bağları koparmaya sevk eden koşullar, krizin yedi yıl boyunca devam etmesinin elbette tek sebebi değildir. İki ülke arasındaki temel sorun Yemen’dir. Dolayısıyla Nisan 2021’de İran ve Suudi Arabistan arasında Irak’ın katkılarıyla başlayan ve beş tur gerçekleşen görüşmelerin odağında Yemen krizi yer almıştır. Eylül 2022’de müzakerelerin güvenlik aşamasından siyasi aşamaya geçmesi gerekiyordu ve bu anlamda hedef, iki ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya gelmesiydi. Fakat İran'da 16 Eylül 2022’de Mehsa Emini’nin gözaltındaki şüpheli ölümüne istinaden başlayan protestolar, müzakere sürecini durdurmuştur.

Suudi Arabistan protestolara dönük lehte ya da aleyhte resmî bir tavır almamıştır. Söz gelimi, 19 Ekim 2022'de Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan el-Suud bir röportajda, “Suudi Arabistan'ın devletlerin iç işlerine karışmama konusunda sabit bir politikası olduğunu ve İran halkına en iyisini dilediğini” ifade etmiştir. Suudi Arabistan'ın bu temkinli duruşunun temel sebeplerinden biri, doğası gereği otoriter olan ülkenin aşağıdan yukarıya siyasi süreçler ve popüler rejim değişikliği girişimleri konusunda genellikle olumlu bir görüşe sahip olmamasından ileri gelmektedir. Öte yandan, Suudi Arabistan’ın resmî olarak sessiz kalmayı tercih ettiği olaylar karşısında, protestoların başlangıcından bu yana İranlı yetkililer; Riyad'ı, İran'daki olayları kışkırtmakla suçlamış ve misilleme tehdidinde bulunmuştur. Örneğin Devrim Rehberi Ali Hamenei’nin Askerî İşler Danışmanı Yahya Rahim Safevi, Suudi Arabistan'ın adını vermeden; Körfez ülkelerinin, medyaları ve güvenlikleri arasında seçim yapması gerektiğini söylemiştir.

İran’ın, olayların devam ettiği haftalar içinde Suudi Arabistan’a yönelik söylemi daha çok medyayı hedef alma şeklinde devam etmiştir. Bu doğrultuda İranlı resmî yetkililer, ekim ortalarından itibaren Suudilerin finanse ettiği Farsça yayın yapan Iran International kanalını terörist faaliyetler yürütmekle suçlamaya başlamıştır. İki ülke arasında artan bu tansiyona rağmen özellikle Irak ve Umman gibi bölge ülkelerinin İran ve Suudi Arabistan arasındaki gerilimi dindirmeye atfettikleri önemin bir yansıması olarak iki ülke dışişleri bakanları, 20 Aralık 2022’de Ürdün’de gerçekleşen 2. Bağdat İş Birliği ve Ortaklık Konferansı kapsamında ilk kez bir araya gelmiştir.

İşte bu noktada, hem İran hem Suudi Arabistan birbirleri karşısındaki güçlerini artırmak için eş zamanlı olarak Çin’le ilişkilerini derinleştirmeye odaklandılar. Her iki ülkenin mevcut durumda birbirinden tehdit algılarken bunu dengelemek için aynı devlete yönelmeleri, Çin’in beklentileri ekseninde karşılık bulmuştur.

Çin'in enerji talebindeki artış, son yirmi yılda her türlü enerji trendi için önemli bir itici güç olmuştur. Çin’in 2050’ye kadar dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olacağı öngörüsü bakidir. 2021’de günlük 12,3 mb/d petrol ithal eden Çin’in, 2030’da 13 mb/d ve 2050’de 10,6 mb/d petrol ithal etmesi öngörülmektedir. Bu ticarette birinci sıradaki partner de çoğunlukla Suudi Arabistan’dır (Geçtiğimiz yıl ilk sırayı Rusya almışsa da bunun konjonktürel olduğu düşünülmektedir.). İran ve Çin ise Mart 2021’de 25 Yıllık Kapsamlı İş Birliği Anlaşması imzalamış ve böylelikle iki ülke arasındaki ilişkiler farklı bir etaba geçmiştir. İlaveten Çin’in büyük önem atfettiği Irak’ta, İran’ın âdeta Çin’in vekil gücü gibi hareket etmesi de iki ülke arasındaki ilişkilerin önemli bir boyutunu göstermektedir.

Tüm bunlar ekseninde, Çin’in iki ülke arasındaki diplomasiye öncü olması, önemli bir aşamayı temsil etmektedir. Çin’in Orta Doğu ülkeleriyle ilişkileri bugüne kadar iki temel belgede öngördüğü prensipler ekseninde gerçekleşmiştir. Bunlar, 2015 tarihli “İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ile 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolunun Ortaklaşa İnşa Edilmesini Teşvik Üzerine Vizyon ve Faaliyetler” isimli deklarasyon ve 2016 tarihli “Arap Politika Belgesi”dir. Bu belgelerde güvenlik iş birliğine vurgudan sakınılırken bölge ülkeleriyle iş birliği çerçevesi; enerji, altyapı inşaatı, ticaret ve yatırım ortaklıkları ile sınırlandırılmıştır. Zira Çin, bölge ülkeleri üzerinde Batı müdahaleciliği çağrışımı yaratmaktan kaçınmıştır.

Bu bağlamda, ABD’nin küresel siyasetteki en önemli rakibi olarak bahsi geçen Çin’in ilk defa bölgesel bir sorunun çözümünde doğrudan aktif diplomasi yürütmesi ve somut bir sonuca ulaşması önemli bir dönüm noktasıdır. Çin’i her geçen yıl özellikle askerî unsurlar üzerinden Orta Doğu’da daha etkin olmaya iten ana sebep, Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD’nin Orta Doğu’da başat olma gerekçesi ile benzerdir. Soğuk Savaş boyunca Basra Körfezi’ndeki politikalarını İran ve Suudi Arabistan üzerine inşa eden ABD gibi bugün de Çin, bu ülkeler üzerine politika tesis etmektedir. Dolayısıyla bu barışta öncü olması hem Çin’in ABD’ye karşı bir kazanımıdır hem de Orta Doğu dengelerinde bölge dışı aktörlerin etkin olduğunun göstergesidir. Ancak tüm bunlara rağmen, İran ve Suudi Arabistan’ın ilişkileri yeniden başlatma kararı iki ülkenin kendi çıkar tanımlarının ve iradelerinin bir sonucudur.