AB’nin İran Politikası: Yeni Bir Süreç mi?

AB’nin İran Politikası: Yeni Bir Süreç mi?
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

İran ile 14 Temmuz 2015 tarihinde imzalanan Nükleer Anlaşma’nın başlıca gayesi bilindiği üzere İran’ın 2000’li yılların başından beri sürdürdüğü nükleer çalışmalarına barışçıl bir boyut kazandırmaktı. Bunun için iki taraf arasında on yılı aşkın süre zarfında çok çetin müzakereler yapıldı. Fakat Trump’ın Mayıs 2018’de Anlaşma’dan çıkması, Mayıs 2019’dan itibaren İran’ın Anlaşma’nın hükümlerinden şartlı olarak ayrılması, Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve ardından Avrupalıların tetik mekanizmasını başlattıklarını ilan etmesi Anlaşma’nın artık çok da iç açıcı bir pozisyonda ilerlemediğini göstermekteydi. Nitekim tarafların karşılıklı sürdürdükleri bu siyasi manevralar şu ana kadar bir sonuç vermeyip yine mevcut tüm problemlerin ancak müzakere yoluyla çözülebileceği kanaatini güçlendirmiştir.

ABD Başkanı Donald Trump’ın koronavirüs salgını sürecinde istikrarsız bir politika izlemesi ve içerde ortaya çıkan birtakım protesto gösterilerini sert bir şekilde bastırmasının ardından anketlerde gözlemlenen oy kaybı bugüne değin ABD baskılarına karşı kısmen kayıtsız kalan Avrupa’nın da daha cesur bir strateji izlemesini sağladı. ABD’nin geçtiğimiz ağustos ayında İran’a uygulanan silah ambargosunu süresiz uzatma ve tetik mekanizmasını başlatma girişimi gibi üst üste gerçekleştirdiği hamlelere karşı AB, dün de olduğu gibi bugün de daha yüksek bir sesle Anlaşma’ya bağlı kalacaklarını ve mevcut sorunları da müzakere yoluyla çözebileceklerini vurgulamaktadır. Örneğin silah ambargosunun süresiz uzatılmasına karşın Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, İsrailli meslektaşı Gabi Eşkanazi’ye 27 Ağustos’ta Berlin’deki buluşmaları esnasında İran’ın gelişmiş silahlar elde etmesine karşı olduklarını fakat BMGK’de Rusya ve Çin engelinden dolayı bunu ancak müzakere yoluyla çözebileceklerini iletti. Dahası yine ABD’nin 20 Ağustos’ta başlattığı tetik mekanizmasına karşı da İngiltere’nin BM Elçi Yardımcısı James Roscoe “Şu anda tetik mekanizmasını desteklemiyoruz.” karşılığını verdi.

AB, ABD’nin tetik mekanizmasını desteklemezken bu mekanizmanın işleyişini ABD’ye bırakmamak ve kendi elinde tutmak adına ocak ayında tetik mekanizmasını kendisi başlatmıştı. Nitekim aynı problem 1997 yılında Libya krizinde de yaşanmış ve ABD, Libya ile çalışan Avrupalı firmaları yaptırımla tehdit ettiğinde AB bu firmaları kendi yaptırımlarıyla uyararak kurtarabilmişti. ABD’nin hâlihazırda kendi adına başlattığı tetik mekanizması BMGK’de büyük olasılıkla hem Avrupalıların hem de Çin ve Rusya’nın engeline takılacaktır. Nitekim silah ambargosunun uzatılmasını Rusya ve Çin reddederken Almanya, İngiltere ve Fransa gibi Güvenlik Kurulundaki diğer 11 geçici ve daimî üye çekimser oy kullandı. Kaldı ki 18 Ekim’de BM’nin uyguladığı silah ambargosu kalktığında bile yaptırımlarla oldukça zayıflamış olan İran’ın yüksek teknolojiyle üretilmiş silahları alacak ekonomik güce sahip olup olmadığı da tartışmalıdır.

ABD’nin 20 Ağustos’ta başlattığı tetik mekanizmasına da aynı şekilde bir tepkinin oluşacağı fikri hâkimken ABD’li makamlar, 20 Eylül’de Trump’ın olası BM konuşmasını bir zafer edasıyla yapacağını düşünmekte. Nitekim ABD, BMGK’den çıkacak olan kararı da veto etme hakkını kendinde görüyor. AB’li diplomatlar ile AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, ABD’nin katılımcı olarak Nükleer Anlaşma’daki pozisyonunu kaybettiğini ileri sürse de ABD’nin kendini hâlâ Anlaşma’nın bir tarafı olarak görmesi ve çıkacak menfi kararı veto etme girişimi BM’nin 75 yıllık tarihindeki en önemli diplomatik kriz olarak nitelendirilebilir.

ABD’nin tetik mekanizmasını uygulayamamasıyla BMGK’de karşılaşacağı muhtemel yenilginin hiç şüphesiz hem Avrupalılara hem de Rusya ve Çin’e bir etkisi olacaktır. Bu cezalandırma Libya’da, Suriye’de veya diğer çatışmalı bölgelerde kendini gösterebilir. Çin ve Suudi Arabistan arasında ciddi boyutta petrol anlaşmaları var ve ABD, Suudi Arabistan ile olan iyi ilişkilerini de bu anlamda devreye sokabilir. Diğer bir örnek olarak Kuzey Akım-2 Projesi karşımıza çıkmaktadır. Geçen senenin son aylarında firmaları tehdit ederek projeyi donduran ABD, bu anlamda Avrupa’yı kendi sıvılaştırılmış gazını almaya zorlamaktadır. Her ne kadar bunlar birbirinden bağımsız meseleler gibi dursa da ABD süper güç olduğunu, uyguladığı çoğu zaman yasal olmayan yaptırımlarla ortaya koymaktan çekinmemektedir.

AB’nin İran Stratejisi

Avrupalılar bir taraftan Baltık Denizi’nde hareketlenen Rusya’nın askerî varlığı ve milyarlarca dolara mal olan Kuzey Akım-2 Projesi’ni ABD’nin yaptırım tehdidiyle durdurması ile uğraşırken diğer taraftan Libya İç Savaşı ve Türkiye-Yunanistan geriliminde oynadığı rolle çetin bir dış politika vizyonuna ihtiyaç duymaktadır. İran-ABD geriliminde ise AB bugüne kadar her iki tarafa da belli bir mesafede durdu. Ne ABD çıkarlarını tamamen gözetme adına bir politika takip etti -Nükleer Anlaşma’ya bağlı olduğunu her platformda dile getirdi- ne de İran’ı ABD yaptırımlarından koruyabildi. Avrupa bugüne değin İran siyasetini konjonktürel duruma ve zamana göre belirledi. Dolayısıyla AB aslında bugüne değin 13 yıl boyunca imzalanması için uğraştığı Anlaşma’ya bağlılığını, uluslararası kamuoyunda kaybetmek istemediği prestiji için devamlı olarak savunma gereği duydu. Öte yandan ise ideolojik olarak zaten oldukça mesafeli olduğu İran için ABD pazarını kaybetmeyi göze alamadı ve doğal olarak Amerikalılarla iplerin gerilmesine de izin vermedi.

Avrupa, Nükleer Anlaşma müzakerelerine başladıktan sonra oldukça mesafe kat etmiş olan İran’ın, nükleer çalışmalarını durduramayacağını anladı ve askerî çapta ilerlemesini durdurup sadece sivil alanda kullanılmasını daha mantıklı bir çözüm önerisi olarak gördü. Bu durumu gören sadece Avrupa da değildi. Müzakerelere katılan Çin ve Rusya da aynı çerçevede Anlaşma maddelerine yaklaştı. Anlaşma’ya dâhil edilmesi konuşulan balistik füzeler meselesini Avrupa şu an bile klasik bir tehdit olarak algılayıp her şeyden evvel İran’ın bunu İsrail’e karşı bir savunma stratejisi olarak belirlediği şeklinde değerlendirmektedir. Eğer Avrupa balistik füze meselesini de tıpkı İran’ın nükleer faaliyetleri gibi ciddiye alırsa bütün güvenlik stratejisini de bu anlamda tamamen değiştirir ve İran’a karşı ciddi bir tavır takınır. Balistik füzelerin AB’nin ajandasında hâlâ tartışmalı bir mesele olduğunu yok saymak pek tabii mümkün değildir. Fakat Avrupa, Körfez’de konuşlanmış ABD savunma sistemlerine güvenmekte ve İran’a ait balistik füzelerin yeterince gelişmiş bir teknolojiye sahip olmadığını düşünmektedir. Bu nedenle İran’ın balistik füzelerini direkt Avrupa’ya karşı rasyonel bir tehdit olarak şimdilik görmemektedir. Ayrıca hukukun üstünlüğünü temel ilke olarak kabul eden Avrupa için mevcut problemlerin çözülememesi bir sorun teşkil etmemekte, sadece bunların meşru bir çerçevede idamesi birincil hedef olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun da yolu her durumda ve şartta askerî bir operasyondan ziyade diğer sivil ve ekonomik baskılarla ülkenin uluslararası alandan izole edilmesidir. Çünkü AB yeni bir İran ajandasına sahip olmamakla birlikte Suriye ve Irak’ta yıllardır süren iç savaşa dahi henüz bir çözüm bulamamıştır. AB’nin bir İran iç savaşından etkilenme olasılığı ABD ile aynı düzeyde değildir. Nitekim Suriye İç Savaşı’yla birlikte baş gösteren terörizm ve mülteci sorunlarıyla AB oldukça zor bir süreçten geçmişti.

Sonuç

Avrupa’nın İran siyasetinde öncelikli hedefi Nükleer Anlaşma’yı korumaktır ve bu durum, ABD Başkanlığına Biden veya Trump’ın gelişiyle de birdenbire değişmeyecektir. Maksimum baskı politikasıyla İran’ı bu süre zarfında dize getirememiş ABD’nin Trump’ın seçilmesi durumunda da masaya oturmaktan başka bir seçeneğinin olmadığı düşünülmektedir. Dış siyasette tüm dengeleri ekonomik kaygılar üzerine kurgulayan ve esasında bir iş adamı kimliğine sahip olan Trump’ın, İran meselesinde ideolojik davranmayacağı ve savaşı baştan beri istemediği göz önünde bulundurulursa masaya oturması olası bir ihtimal olarak durmaktadır. Biden’ın seçilmesi durumunda ise kendisinin bizzat dile getirdiği gibi ABD’yi tekrar Anlaşma’ya dâhil edecektir. Bu Avrupalıların da fazlasıyla razı olacağı bir durum. Fakat burada da hangi şartlar altında masaya oturulacağı sorusu önümüze çıkmaktadır. Çünkü Nükleer Anlaşma’ya ani bir giriş, uluslararası kamuoyunda ABD’nin bugüne kadar boşuna kürek çektiği imajı verip ABD dış siyaseti adına İran’a karşı büyük bir yenilgi olarak algılanacaktır. Bu nedenle Biden’ın tamamen ön koşulsuz olarak İran’a kucak açmasının pek de olası bir siyasi manevra olduğu söylenemez. İran tarafında ise iç siyasetindeki parametreler göz önüne alındığında ABD’ye güvenip koşulsuz şartsız masaya oturması da beklenemez. Öncelikle İran ne pahasına olursa olsun SWIFT’e tekrar dâhil olmak isteyecek ve baştan beri dile getirdikleri gibi tüm yaptırımların koşulsuz olarak kalkmasını talep edecektir. Burada yine gerek Avrupa’nın gerekse de diğer arabulucu rolü üstlenecek olan ülkelerin taraflar arasında zorlu bir pazarlık sürecine gireceği ve Anlaşma’nın akıbetinin de bu pazarlıklardan sonra belli olacağını söyleyebiliriz.