Tom Barrack’ın “Müjdelediği” Yeni Ortadoğu ve İran

Tom Barrack’ın “Müjdelediği” Yeni Ortadoğu ve İran
Barrack, ABD’nin, İsrail ile Arap devletlerini aynı güvenlik-ekonomi mimarisinde hizaladığına, Suriye’yi İran’dan kopartarak yeniden bölgeye entegre etmeye başladığına ve Lübnan dahil olmak üzere bölgedeki modernizasyon ve devletleşme sürecini başlattığına inanıyor. İran bu tablo içerisinde tek sorun kaynağı olarak resmediliyor.
Yazı boyutunu buradan ayarlayabilirsiniz

ABD’nin Türkiye Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack 20 Ekim’de resmî sosyal medya hesabı X üzerinden yayınladığı “A Personal Perspective-Syria and Lebanon Are the Next Pieces for Levant Peace” (Kişisel Bir Perspektif-Suriye ve Lübnan, Levant Barışının Bir Sonraki Adımlarıdır) başlıklı uzun paylaşımında Mısır’daki zirveden sonra Ortadoğu’da yeni bir düzenin başlayacağını savundu.

Barrack her ne kadar yazısına “kişisel” notunu düşse de halen görevde olan bir büyükelçi olarak kaleme aldığı bu metnin yarı resmî bir ABD pozisyonu olarak okunmalıdır. Bu nedenle metni yalnızca bireysel bir değerlendirme değil Washington’un bölgesel çıkarlarının dolaşıma sokulmuş bir taslağı olarak ele almak gerekir. Barrack’ın yazısındaki “yeni Ortadoğu” tahayyülünün, sahada karşılık bulup bulmayacağı tartışmasına girmeden ABD’nin  kendi tasavvur ettiği bu düzen içinde, İran’a nasıl bir konum atfettiğini analiz etmek kritik önemdedir.

Barrack Tarafından Müjdelenen “Yeni Ortadoğu”

Barrack, ABD yönetiminin Ortadoğu’da bir tür “bölgesel normalleşme düzeni” kurduğunu düşünüyor ve bu düzeni ekonomik entegrasyon, güvenlik koordinasyonu ve terörle mücadele üzerinden tanımlıyor. Şarm El-Şeyh Zirvesini anlatırken “liderler sadece esirlerin bırakılmasını ya da ateşkesi kutlamadı, bölgede yenilenme, yeniden inşa ve ortak refah vizyonunu onayladı” diyor. Bu ifadeyle, ABD’yi artık işgalci değil arabulucu ve yatırımcı olarak sunuyor. Artık barışın top ve tank üzerinden değil para ve enerji entegrasyonu üzerinden kurulduğunu iddia ediyor.

Bu vizyonun kalbine baktığımızda üç unsur dikkat çekiyor. Birincisi, İsrail’in güvenliği artık sadece İsrail’in askeri gücüne emanet edilmiyor, komşu Arap ülkeleri de bu güvenliğin ortağı yapılıyor. İkincisi, Suriye ve Lübnan gibi kırılgan dosyalar, artık “İran’ın alanı” değil “yeniden inşa edilecek komşu devletler” olarak çerçeveleniyor. Üçüncüsü ise bölgede meşru aktör olarak sadece devletler kabul ediliyor. Bu nedenle Barrack, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını Lübnan’ın egemenliğinin şartı olarak tanımlıyor. Yani Lübnan’ın geleceği, İran’dan kopmasıyla eşitleniyor.

Barrack, benzer çerçeveyi Suriye için de kurgulayarak Suriye’de Aralık 2024’ten sonra yeni bir hükümetin kurulduğunu ve bunun artık eski rejim olmadığını, yaptırımların kaldırılmasını savunuyor. ABD, Suriye’nin yeniden inşasını İran’ın etkisini kırmanın kilidi olarak görüyor. “Suriye’nin elektrik şebekesini, su altyapısını, okullarını ve hastanelerini yeniden kurmak” ABD için insani bir hedeften ziyade İran çizgisinden kopartılmış Şam’ı bölgesel sisteme geri yapıştırma planı olarak okunuyor. Barrack için denklem basit görünüyor, Şam istikrar kazandıkça ve devletleştikçe, Hizbullah, dolayısıyla İran, izole olacak.

Özetle Barrack, ABD’nin, İsrail ile Arap devletlerini aynı güvenlik-ekonomi mimarisinde hizaladığına diğer bir ifadeyle genişletilmiş İbrahim Anlaşmaları için zemin yarattığına, Suriye’yi İran’dan kopartarak yeniden bölgeye entegre etmeye başladığına ve Lübnan dahil olmak üzere bölgedeki modernizasyon ve devletleşme sürecini başlattığına inanıyor.

Barrack için İran, bu tabloda tek sorun kaynağı olarak görünmekle birlikte “DMO eliyle bölgeyi rehin almış” ancak artık zayıflayan, bölgesel meşruiyetini kaybeden bir dış güç. İran’ın Hizbullah ve Hamas gibi aktörler üzerinden kurduğu “direniş ekseni” bir güvenlik mimarisi değil bir suç ağı olarak resmediliyor. Bu dil, İran’ı bir devlet olmaktan çok “bölgesel sabotaj merkezi” gibi konumlandırıyor. Kısaca İran, Barrack’ın ifadesiyle “ilerlemenin önündeki tek engel”.

Bu resim Trump’ın önümüzdeki üç yıllık İran politikası için ne söylüyor?

İran’ın, bölgesel barışın önündeki tek engel olarak kodlanmasına yol açan ve Washington tarafından “sorun alanı” şeklinde etiketlenen politika seti üç başlık altında özetlenebilir: nükleer program, bölgesel “yayılma” stratejisi ve balistik füze kapasitesi.

Ancak son iki yılda yaşanan gelişmeler, bu üç dosyanın her birini belirgin biçimde aşındırmış, etkilerini hissedilir ölçüde zayıflatmıştır. 12 günlük çatışma sonrasında İran artık fiilen bir “nükleer eşik devleti” olarak tanımlanmakta. Nükleer altyapısının ciddi ölçüde tahrip edilmiş olduğu kabul gören bir fenomen. ABD’nin sınırlı ancak yüksek hassasiyetli hava harekâtı ile gerçekleştirilen vuruşların, nükleer tesislere yönelik hasarı azami seviyeye çıkardığı değerlendirilmektedir. Bu çerçevede Trump yönetimi, operasyonun İran’ın nükleer dosyasını pratikte geri ittiğine ve bu cephede ortaya çıkan tehdidin kontrol altına alındığına inanmaktadır. Dolayısıyla, 12 günlük çatışma sonrası oluşan nükleer statüko, İran yeniden nükleer faaliyetlerini tırmandırmadıkça, Trump cephesinde fiilen halledilmiş bir dosya olarak telakki edilmektedir.

İkinci eksen, İran’ın bölgesel faaliyetleridir. Tahran’ın uzun süredir “direniş ekseni” olarak tarif ettiği vekil ağın kapasitesi gözle görülür biçimde zayıflamıştır. Bu ağın coğrafi yayılımı hâlâ mevcuttur ancak caydırıcı etkisi ve siyasi ağırlığı, birkaç yıl öncesine kıyasla belirgin biçimde aşınmış durumdadır. Bu aşınma, söz konusu yapıların artık yalnızca İsrail için değil Lübnan, Suriye ve daha geniş Arap sisteminin istikrarı açısından da kriz kaynağı olarak tanımlanmasına imkân vermemektedir.

Üçüncü başlık, balistik füze programıdır. Bu, teorik olarak İran’ın elinde kalan en kritik kaldıraçtır. Ancak burada da üç unsur dikkat çekmektedir. Birincisi, söz konusu çatışma sürecinde füze fırlatma altyapılarının ve ilgili komuta unsurlarının ağır hasar görmesi, ikincisi ise İran’ın hava savunma şemsiyesindeki ciddi açıklıkların görünür hale gelmesidir. Ayrıca İran’ın balistik füze kapasitesi hem nükleer boyutla hem de bölgesel vekil mimarisiyle birlikte anlam kazanır. Nükleer altyapıda yaşanan gerileme ve vekil ağların zayıflaması, füze programının stratejik caydırıcılığını da dolaylı olarak törpülemektedir.

Washington’un İran’ı bölgesel istikrarın, gelişimin, iş birliğinin önündeki tek engel olarak görmesi İran’da rejim değişikliği mi istiyor sorusunu gündeme getirebilir. Ancak yukarıda kısaca bahsedilen İran’ın üç temel alandaki gerilemesi göz önüne alındığında ABD’nin İran’da bir rejim değişikliğine yönelmesi ihtimali yok denecek kadar azdır.

Zayıflayan İran’ın sistematik bir şekilde baskı altında tutulması ve dayatmalarla fiilen masaya sürüklenmesi Trump yönetimi için ekonomik ve siyasi açıdan en makul yol olarak karşımıza çıkıyor. Barrack’ın çizdiği tablo, İran’ı içeriden devirmeye değil İran’ı bölgesel olarak işlevsizleştirmeye yöneliktir. Zira temel varsayım İran’ın “istikrar bozucu” nüfuzunun doğrudan Tahran’dan değil büyük oranda Tahran’ın “vekillerinden” beslendiği yönündedir.  Bu yaklaşım, Tahran’ın karar verici merkezine saldırmaktan çok, Tahran’ın sahadaki uzantılarını -Hizbullah, Hamas, Irak ve Suriye’deki milis ağları- meşru aktör statüsünden çıkarıp kriminalize etmeyi ve bu yapıları adım adım daraltmayı öngörür.

Başka bir ifadeyle, hedef rejimin değişmesinden öte, rejimin bölgesel nüfuz araçlarının felç edilmesidir. Bu nedenle Barrack, Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını Lübnan egemenliğinin koşulu, Suriye’nin İran’dan kopmasını ise bölgesel normalleşmenin ilk halkası olarak tanımlamaktadır. Böylece İran, “bölge barışını tehdit eden son aktör” olarak izole edilirken İran’ın nüfuzunu rejim değişimi olmadan da daraltmayı ve kontrol altında tutmayı hedefler.

Trump döneminin İran stratejisinin bir sonraki evresi, Tahran’daki yönetime karşı ekonomik ve diplomatik “maksimum baskıyı” sürdürürken sahadaki vekil yapılara yönelik askerî baskıyı öne çıkarır.